CELIL OKER-ÖZEL BASKI-SON CESET. Celil Oker

Читать онлайн.
Название CELIL OKER-ÖZEL BASKI-SON CESET
Автор произведения Celil Oker
Жанр
Серия
Издательство
Год выпуска 0
isbn 9789752126404



Скачать книгу

koyabileceğiniz bir sürü kocaman cebi vardı paltomun her iki yanda. Arada sırada işe yarardı.

      Kendime baktım aynada. Herkes gibi bir adamdım ben de işte. Remzi Ünal.

      Remzi Ünal… Şu Hava Kuvvetleri’nden müstafi, THY’den kovulma, kendisine saygısı olan hiçbir frequent flyer’ın adını bile duymadığı sekizinci sınıf çartır şirketlerinde bile tutunamayan, şu sıralar sayenizde MS Flight Simulator’ün Cessna’sına elini sürmekten âciz eski pilot, ex-kaptan, nevzuhur özel dedektif Remzi Ünal.

      İşe çıkıyordum. Yeniden işe çıkıyordum. Pabuçlarımın işine…

      Bir şapka yakışır mıydı acaba diye düşündüm kendi kendime.

      3. BÖLÜM

      Otomobilimin anahtarını almamıştım. Merdivenlerden aşağı, paltomun eteklerini savura savura, ağır ağır indim. Kimseyle karşılaşmadım inerken. Dış kapının hemen yanındaki panoda adımın karşısında yazılı aidat borcuna gülerek baktım bu sefer. Miktarı aklıma not ettim. Çıkmadan önce, paltomun önünü boğazıma kadar fermuarladım. Üstüne düğmeleri ilikledim. Yakasını kaldırdım.

      Caddeye çıkınca, farlarıyla sinyal çakan iki taksiyi es geçtim başımı hayır anlamında sallayarak. Üçüncüyü ben durdurdum.

      “Beşiktaş’a gidiyorum,” dedim arkaya otururken.

      Deri ceketli, saçlarını jölelemiş genç bir adamdı taksici. Anladım anlamında başını salladı, sesini çıkarmadan hareket ettirdi aracını.

      Sesini çıkarmaması işime geldi.

      Ellerimi cebime sokup iyice gömüldüm oturduğum çukurlaşmış koltuğa. Dışarıyı seyretmeye koyuldum. İnsanlar evlerine dönüyorlardı daha çok. Mahallenin çiçekçisi otomobillerin ışığında müşteri gözlüyordu ellerine hohlayarak. Bakkallara giren çıkan azdı. Pastanenin önünden geçerken dönüşte ekmekkadayıfı almaya karar verdim. Tıklım tıklım bir belediye otobüsü yolcularının yarıdan çoğunu saldı.

      Levent’e yaklaştığımızda trafik tıkandı.

      Paltomun cebindeki elime dokunup beni kışkırtan sigara paketime aldırmadım. Hemen yanımdaki otomobile baktım kafamı çevirip. Direksiyondaki adam, yanında oturan kadına bir şeyler anlatıyordu heyecanlı heyecanlı. Kadının kafasında 1950’lerden kalma bir şapka vardı. Adamın anlattıklarını duymuyormuş gibi ileri bakıyordu hareket etmeden. Adam sözünü bitirdi, kadından yine tepki gelmeyince, gitmeyen otomobilin direksiyonuna vurdu avucunun içiyle. Soluna baktı sonra. Fesuphanallah der gibiydi. Göz göze geldik. Ben başımı çevirdim. Bana ne?

      LPG’li taksinin içi sıcaktı.

      Ağır ağır hareket ettik. Üç metre sonra yeniden durduk. Sağıma bakamadığım için caddenin solundaki dükkânları incelemeye aldım. Bankaya yürüyüşlerimde vitrinini incelediğim silahçı dükkânı ışıl ışıldı. Pompalı tüfekler, havalı tabancalar, avcı yelekleri, kılıflar, şapkalar yerinde duruyordu. Tüfek sergilenen standın en üstüne konulmuş samuray kılıcı da duruyordu yerinde. Aynı uyumsuzlukla. Dükkânın içinde kimse yoktu. İyi ki yok dedim içimden.

      Sonra birden açıldı yol.

      İstanbul hızlı hızlı akmaya başladı gözlerimin önünden. Bıraktım aksın. Parçalarına gözümü dikmedim. Önümden geçip gitti. Biraz gevşedim. Pencereye yasladım başımı. Akdeniz heykelinin biraz ilerisindeki simitçiden çatal alan kız yüzüme bakıp gülümsedi.

      Belki bazı şeyler iyiye gidebilir dedim içimden.

      Hiçbir şey iyiye gitmedi.

      Saçları jöleli taksi sürücüsü uzandı radyoyu açtı. Müzik kanallarında hiç duymadığım, ama duyduklarımdan on beş kere daha berbat bir şeyler söylemeye başladı bir kadın avaz avaz.

      Oturduğum yerde toparlandım.

      Barbaros Bulvarı’nın ortalarında indim taksiden. Saatime baktım. Yediye çeyrek vardı. Elimin altında rahat durmayan sigaralardan birini cezalandırdım yakarak. Ağır ağır yokuş aşağı yürümeye başladım.

      Hava soğuktu. Yeterince soğuk.

      Bulvardan akşamın bu saatlerine uygun sesler geliyordu yoğun bir biçimde. Kornalar acımasızdı. Tüp gaz kamyonetleri takırdıyordu. Bir kamyon, havalı frenini bağırta bağırta indi. En çok minibüslerin motorları homurdanıyordu. Uzaklarda bir yerde ısrarlı bir ambulans çığlığı gitgide azalarak uzaklaştı.

      Hi-Mem biraz daha aşağıda olmalıydı.

      Beşiktaş’a yaklaştıkça sıkışan trafikteki araçlardan daha hızlı ilerliyordum. Yokuş yukarı çıkan eli pazar torbalı insanlara göre de daha şanslıydım elbette. Sigaramı atıp ellerimi yeniden ceplerime soktum.

      Çok soğuktu hava.

      Trafik ışıklarının orada, akşamın seslerine trafik polisinin düdüğü de eklendi. Daha hızlı geçmeleri için eliyle coşturuyordu araçları aşağıya doğru. Adamın hizasından geçerken benim adımlarım da kendiliğinden hızlandı.

      Sağdaki dizi dizi otobüs şirketi acentelerinin duvarlarında irili ufaklı yazılmış kent, kasaba adlarına bakarsanız, burada, şu anda karar verip, Türkiye’nin öteki ucundaki akrabalarınızı ziyarete gidebilirdiniz. Kış günü kolay yer bulunurdu. Allah’tan gideceğim yer yakın dedim kendi kendime.

      Biraz yürüdükten sonra yavaşladım.

      Bulvara dik sokağın köşesindeki direkte, Muazzez Güler’in yazıp benim çöpe attığım kâğıdın üzerindeki sokağın adını gördüm. Abbasağa Sokağı. Belediyenin bu iletişim hizmeti yürüyüşümün sona erdiğini müjdeliyordu. Müjdenin devamı da vardı. Sokağı işaretleyen levhanın altındaki bir dizi küçük tabelanın ilki, işini bilen birinin seçtiği harflerle, Hi-Mem Bilgisayar’ın yalnızca 50 metre ileride olduğunu bildiriyordu.

      Saatime yeniden baktım. Daha yedi dakika vardı randevumuza. Biraz erken de gidilebilirdi müşterilerle buluşmalara, biraz geç de. Sokağı geçip yokuş aşağı yürümeye devam ettim. Birkaç otobüs şirketini daha yoksun kıldım bir kişilik bilet parasından. Sağdaki vitrini aydınlık ilk mağazanın önünde durdum. Vitrindeki kanepelere baktım. İçerideki tezgâhtar önce bir kımıldadı yerinden. Gözlerimde eve yeni bir kanepe alacak birinin pırıltısını görmeyince gazetesine geri döndü. Adama kızmadım. Yürümeye devam ettim. Vitrini en yeni model cep telefonlarıyla dolu bir dükkânın önünde titredim biraz.

      Sonra geri döndüm. Ağır ağır ilerledim bu sefer yokuş yukarı. Karşıdan gelenlerin yüzlerine bakmadan yürüdüm.

      Vitrininde 150 kilo portakalın sıkılmayı beklediği büfeyi geçip Hi-Mem’in sokağına girdim. Oldukça karanlıktı ileriye doğru hafif bir yokuşla yükselen sokak. İki sokak lambasının biri yanmıyordu. Apartmanların altındaki dükkân çalışanlarının yarısından çoğu çekip gitmişti kepenklerini indirip. Demek ki botlarımı boyatmak istesem bir başka ayakkabıcı bulmalıydım. Ama istersem paltomu kuru temizlemeye verebilirdim.

      Kapağı açık bırakılmış bir çöp konteynerinin içinden bir kedi fırladı. Onu bir ikincisi izledi. Tekyönlü bir sokaktı burası, o yüzden yukarıdaki caddeye ulaşmaya hevesli otomobiller gelmiyordu arkamdan. O yüzden daha sessizdi. Kedileri bile daha az şamatacıydı.

      Adresteki numaraya bakılırsa, Hi-Mem karşıdaki apartmanların birinin ikinci katında olmalıydı. İşime geldi bu, karşı taraftan sokağın o yakasını inceleyerek yürüdüm.

      Çok yürümeme gerek kalmadı.

      Babasının elinden tutmuş