“Bugün en uygar ve gelişmiş ulusların yönetimleri, bayrakları altında toplanmış insanlar hâlâ iki kısımdır. Egemenler, baskı altında olanlar. İşte kanunlar da bu temele göre yapılır. Ahlak kitapları da bu amaç gözetilerek yazılır. Ve böyle olmak da insan yığınlarının bugünkü bilgi, görgü ve eğitimlerine göre zorunlu gibidir.” “Niçin?” “Çünkü bugün insanlar kendilerine bağışlanmış gibi görünen eşitlik, adalet, kardeşlik haklarından büsbütün yararlanabilecek bir bilgi ve eğitim düzeyine yükselmemişlerdir.” “Efendi, ne söylüyorsunuz? Kendi haklarını tanır, başkalarınınkine saygı gösterir bunca bilgin, bunca erdemli insanlar var…” “Bunlar her çağda azın azı bir kısımdır ki zorbalarla bilgisizler arasında ezilen, rahatsız yaşayan zavallılardır. Azınlıktan bir şey çıkmaz. Çoğunluğu yola getirmeli, iyileştirmeli…” “Bugünkü uygarlığı öyle anlatıyor, öyle nitelendiriyorsunuz ki bana Orta Çağ’a dönmüşüz sanısı geliyor.” “Bence iki çağ arasında pek de büyük bir ayrılık yok gibidir.” Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.
Bir eş ve baba olan Bay Salomonsohn’un hiddet duyduğu her şey, zaman içerisinde artık ona acı vermeyi bırakır. Ailesinin içindeki varlığı kendi deyimiyle bir hayalete dönüşür. Böylelikle başlar insanlara ve kendine karşı duyduğu yabancılaşma ve yüreğinin ölüme giden yolculuğu… “Bir yüreğin adamakıllı sarsılabilmesi için her zaman kaderin güçlü bir tokadı ya da her şeyi sert bir şekilde söküp atan kaba kuvveti gerekmez; hatta gelişigüzel bir sebeple yıkımı yaratmak, onun ele avuca sığmaz şekil verme arzusunu tahrik eder.” *** Kızlarını ve eşini, henüz yeni tanıdığı bir adama duyduğu tutkulu aşkı uğrunda terk eden bir kadının üzerine, yükselen konuşmalarda kendini ve geçmişini bulan bir başka tutkulu kadının yirmi dört saatlik öyküsü… “Bir kadının, hayatının bazı anlarında kendisi istemese ve fark etmese de bazı gizli güçlerin esiri olabileceği, insanların bu gerçeği reddetmesinin altında, kendi içgüdülerinden, doğasındaki şeytanlıklardan korkmasının yattığını, kendilerini ‘kolay baştan çıkaranlara’ göre daha namuslu, daha temiz hissettikleri için mutlu olduklarını söyledim. Oysa benim şahsen bir kadının kendisini içgüdülerine özgürce bırakmasını, tutkularının peşinden gitmesini, genelde olduğu gibi kocasının kolları arasında, gözleri kapalıyken onu aldatmasından daha dürüstçe bulduğumu belirttim.”
Onu asla tanımamış bir adama, mutlak bir aşkla bağlanan meçhul kadının, «Sana, beni asla tanımamış olan sana…» diye başlayan mektubunda on üç yaşından son nefesine kadar duyduğu çıkarsız aşkı, heyecanı, mahcubiyeti, kısaca âşık bir insana ait tüm duygular insanüstü bir doruğa ulaşır. «Bilinmeyenle nitelenen bu hissiyat, şimdiye dek hiç bu kadar çözülmemiş ve gerçek ile kıyasa sürüklenmemiştir. Sen, beni hiçbir zaman tanımayan, bir suyun yanından geçercesine yanımdan geçip giden, bir taşa basar gibi üstüme basan, her zaman, ama her zaman yoluna devam eden ve beni sonsuz bir bekleyişte bırakan sen, kimsin ki benim için?»
Çok yönlü yazar ve şair olan Stefan Zweig, bir “aydın” olarak da anılmış, psikolojiye olan ilgisini de eserlerine yansıtmış üretken bir yazardır. Kitap, Zweig’ın üç kısa dramatik hikâyesinden oluşmaktadır. Okuyucuyu hadiselerin içine sürükleyen bu üç hikâyede, Zweig’ın hayal gücüyle kalemi âdeta iş birliği içerisindedir. Her hikâyesi, peşi sıra birçok düşünceyi de beraberinde hatırlatır okuyucuya… «Ay Işığı Sokağı»nda zengin bir adamın durumu pek de iyi olmayan bir kadın ile evliliğinden bahsedilir. Bu evlilik, kahramanların bekledikleri gibi gitmez ve kadının adamı terk etmesiyle nihayet bulur. Derin pişmanlık duyan adam, karısını geri döndürmek için elinden geleni yapar. Tabii bu süreç, zannettiği kadar kolay olmaz ve beklenmedik durumlarla karşılaşır. *** Kadın ve Manzara’da ise sıradan bir adamın mutluluğu ve aşkı bulma çabası anlatılmaktadır. Zweig, bu hikâyesinde psikolojik tahliller ve başarılı betimlemeler yapmış, üstelik aşkın mahiyetine derinlemesine ışık tutmuştur. *** Leporella ise âdeta bir kadının dönüşümünü, olduğu kişilikten bambaşka bir kişiliğe bürünme sürecini anlatmaktadır. Zweig’ın psikolojik analizlerinin zirve yaptığı, ihtiras ve acının harmanlandığı vurucu bir hikâyedir. «Tabiat hastaydı, orada da bu sessiz cinnetin öfkesi vardı ve ben pencereden duyguların aynasına bakıyormuşum gibiydi. Tüm benliğim dışarıya taştı, benim bunalımım ile arazininki sessiz, nemli bir kucaklaşmayla birbirine aktı.»
Nazilerin ve Gestapo’nun dehşet saçan politikasından ve vahşi katliamlarından kurtulabilmek için Gizli Ev’de saklanmak zorunda kalan Anne Frank ve ailesinin acıklı anılarının anlatıldığı, en çok okunan otobiyografik eser: Anne Frank'ın Hatıra Defteri… Anne Frank; on dört yaşında, şahsiyetinde pek çok fazileti barındıran ve birçok acıya göğüs gerebilmiş Yahudi kökenli bir genç kızdır. Hayatı tanımaya başladığı yaşlarda dünyanın vaziyeti ve ailesinin kendisine karşı takındığı tavır, hiç iç açıcı değildir. Onun düşünceleri, hayal kırıklıkları, sevinçleri ve hayata bakış açısı hepimizi derinden etkilerken aynı zamanda on dört yaşındaki bir kız için ne kadar büyük sıkıntılara maruz kaldığının da şahidi oluyoruz. Anne’nın yoğun ve duygusal iç dünyasını tüm içtenliğiyle kâğıda döktüğü hatıra defterini okurken onun tüm bu çileli durumlara rağmen asla tükenmeyen umudu da herkese örnek olacak niteliktedir. Geceleri yalnızken veya gün boyunca katlanmak zorunda olduğum insanlar, çeşitli yanlış anlaşılmalar içinde aklıma çok fazla şey geliyor. Onun için hep günlüğüme notlar iliştiriyorum. Yazmaya ilk bu günlükten başladım ve burada bitireceğim çünkü sen her zaman sabırlısın. Her şeye rağmen yılmayacağıma söz veriyorum. Kendi yolumu çizeceğim ve gözyaşlarımı tutacağım. Yalnızca bir şeyler görmek isterdim; beni seven birinin, benim için çabaladığını görmek…
Akıl ve tutku arasında hassas bir uyumun kurulması ve böylece gerçek mutluluğa erişilmesi için ipuçlarının verildiği bu sürükleyici romanda Austen, eseri boyunca, bu ikisi arasında bir denge kurmak ister. Başkahramanları Elinor ve Marianne Dashwood olan iki kız kardeşin şahsında bu denge yer edinir. Elinor Dashwood hareketlerinde gerçekçi olmaya özen gösterir. Duygularına kapılmamak, tutkularını dizginlemek, sağduyulu hareket etmek onun için bir yaşam biçimidir. Kardeşi Marianne ise ablasının aksine duygularının önünü olabildiğince açan, tutkularıyla yaşayan bir kızdır. Birbirinin neredeyse tamamen zıttı olan bu kız kardeşlerin karşılıklı müdahaleleri, öğütleri, tavsiyeleri ise diğer taratan hep ön yargıyla karşılanır. Sonuçta da mutsuzlukların ve ihanetin kapıları açılır… «(…) Fakat öyleydi. Bir zamanlar ısrarlı bir gururla hayal ettiği gibi karşıkonulmaz bir tutkuyla âşık olup kurban gitmek yerine, sonrasındaaklı başında ve daha sakin olduğu günlerde karar verdiği gibisonsuza dek annesiyle kalıp mutluluğu yalnızca içine kapanmaktave okumakta bulmayıp, on dokuz yaşına yeni bir münasebeteyelken açmış, yeni görevler altına girerek, yeni bir eve yerleşmiş,birinin karısı, bir ailenin ve bir köyün hanımı olarak buldu kendisini.»
"Akif Bey”, hem konusu hem içeriği hem de karakterlerin işlenmesi itibarıyla Namık Kemal’in en değerli tiyatro eserlerinden biridir. Bir dönem devlet tiyatrolarında usta tiyatrocular tarafından da oynanan eser, edebiyatımıza denizi sokan ilk yapıt olarak da bilinir. Deniz zabiti Akif Bey, vatani görevini yerine getirmek için Kırım Savaşı’na katılınca çok sevdiği karısından ayrılmak zorunda kalır. Ne var ki karısı, kendisine karşı aynı hisleri beslememektedir. Nitekim Akif Bey’den -savaş sırasında esir düştüğü için- haber alınamaması, bu sadakatsiz kadının başka biriyle evlilik planları için bir fırsat olur. Gelgelelim Akif Bey bir gün çıkagelir ve her şey bir faciayla noktalanır. AKİF: “Ben katil değilim… Beni istemeyeni öldürmek zilletine düşmem… Ben hakikati öğrenmek istiyorum… O kadar…” ŞAHİN: “Ne yapacaksın onu… Hâlâ mı anlamadın onu?..” AKİF: “Anladım fakat bir kere de bunu, onun yüzünde görmek istiyorum. İsmet perdesi, muhabbet nişanesi zannettiğim pembelikler, nazlar ve utangaç gülümsemelerin yalancı bir nikap gibi düştüğünü görmek istiyorum.” ŞAHİN: “Aldatmayalım kendimizi de birbirimizi de… Sen onu bir kere daha görmek istiyorsun. Sen onu seviyorsun… Bağışla benim açık sözlülüğümü kurbanın olayım Akif…” AKİF: (ihtirastan titreyerek kendinden geçmiş bir hâlde) “Ne çıkar… Tut ki seviyorum… Tut ki bir kere daha görmek, bir kere olsun görmek istiyorum… Bırak beni…”
Yaş farkının engel olamadığı sevginin, evliliğe dönüşürken küçük bir kadındaki zamane eğlencelerine karşı duyacağı düşkünlük, bir süre sonra iki tarafın da uyuşmazlığına sebep oluyor. En başta hissedilen o aşk, yerini uzaklaşmaya ve hüzne bırakıyor. Bu eserinde, hayatın insana getirdikleriyle aslında yeni mutlulukların henüz başında olunduğunun fark edilmesini ve her anın değerinin aslında içinde bulunulan zaman olduğunu anlatır, Tolstoy. “…Sonunda pişman olmak istemezseniz şimdiden bütün hayatınızı hazırlamalısınız. Bir sene sonra vakit geçmiş olacaktır.”
1 ve 2. Dönem Türk Dili ve Edebiyatı Matematik Fizik Kimya Biyoloji Tarih Coğrafya Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi İngilizce
İtalyan yazar Italo Svevo’nun başarılı tasvirleriyle kaleme aldığı Zeno’nun Bilinci, toplum tarafından hastalık hastası olarak nitelendirilen Zeno’nun bilincine ışık tutan bir başyapıttır. Eserin başkarakteri Zeno, fazlasıyla özel ve çözümlenmesi güç bir ruh hâline sahiptir. Sürekli kendini ve çevresini aldatan Zeno, bu yanılsamalarına etrafındakileri ve doktorunu da inandırmaya çalışır. Her daim bir hastalığı ve rahatsızlığı olan Zeno, esasen yaşama adapte olmakta güçlük çeken nevrotik bir kişiliğe sahiptir. Kadınlardan ve ailesiyle olan ilişkisinden hiçbir zaman verim alamaz ve bu durum, en sonunda kendini psikiyatr koltuğunda bulmasıyla sonuçlanır. Sizler de Italo Sveveo’nun ayrıntılı anlatımıyla Zeno’nun bilincindekileri anlayacak, Zeno’nun başını yastığa koyar koymaz kafasında kurduklarının en yakın şahidi olacaksınız. Oysa kelimelerim beni yüzüstü bıraktı. Boğazıma -sanırım- öfkeden bir yumru oturdu ve ağzımdan tek kelime çıkmadı. Beni kararlılıkla reddeden tüm bu kadınlar, hayatıma trajik bir hava vermeye başlamışlardı. Hiç bu kadar zavallı bir dönem geçirdiğimi hatırlamıyorum. Cevap vereceğim yerde sadece dişlerimi gıcırdatmaya hazır oluyordum ki bunu saklamak, konuşmaktan daha zordu…