“Nar Evi”, Oscar Wilde’ın dört ayrı masalsı öyküsünden oluşuyor. Bu öyküleri okurken, Genç Kral’ın adil ruhuyla ölüm ve açgözlülüğün savaşına, Prenses’in soytarısı olan Cüce’ye, Balıkçı’nın ruhunu aşka tercih etmesinden hikmet ve zenginliğe, Yıldız Çocuk’un kibrinden güzellik ve çirkinliğe uzanan devleri, cadıları, at başlı insanları, büyülü karakterleri keşfederken yaşama ve dünya düzenine yönelik düşündürücü öğretiler ile karşılaşacaksınız. Masal diyarlarında gezinirken gerçek dünyadan kopmayacak; Kuzey denizlerinden Afrika’ya, Mısır’dan İran’a tüm caddelerde gezinip, bu yerlerin meyvelerini tadacaksınız. Bir çocuk kalbine hitap edercesine işlenmiş olan bu öykülerle okur, kendini tanımaya dönük pencereleri aralayacak. “Üzümleri biz ezeriz, şarabı başkası içer. Mısırları biz ekeriz ama soframız boştur. Her ne kadar gözler göremese de zincirlerimiz vardır. Ve bizler köleyiz her ne kadar özgür olduğumuz söylense de.”
“Bu dünyada ne saadet vardır ne de bedbahtlık. Sadece bu hâlin ötekisi ile mukayesesi vardır. Yalnız en büyük ümitsizliği tadan bir kimse en büyük saadeti hissetmeye muktedir olabilir. Yaşamanın ne kadar güzel bir şey olduğunu anlayabilmek için ölümü istemiş olmak lazımdır.” *** “Kendimi, lanetlenmiş bir şehri mahvetmek için gökten inmiş bir ateş bulutu gibi görmeye başladım. Tehlikeli bir sefere çıkacak maceracı bir kaptan gibi hazırlıklarımı yaptım, silahlarımı doldurdum, her türlü hücum ve savunma tedbirini aldım, bedenimi en ağır hareketlere, ruhumu en şiddetli sarsıntılara alıştırdım. Koluma öldürmeyi, gözlerime ızdırabı seyretmeyi, dudaklarıma en müthiş hâllerde bile gülümsemeyi öğrettim. Bir zamanlar olduğum gibi iyi, inanan ve affeden insandan; kinci kurnaz ve zalim yahut sağır gibi duygusuz ve kader gibi kör bir insan meydana getirdim. Sonra önümde uzanan yola koyuldum; karşıma çıkanları felaket içinde bırakarak hedefime ulaştım.” Mercédés, “Yeter Edmond!” dedi. “Seni tanıyan tek kadının, aynı zamanda seni anlayan tek kimse olduğunu söylersem inan bana. Beni yolunda ezseydin bile sana yine hayran olacaktım Edmond. Benimle geçmiş arasında nasıl geniş bir uçurum varsa seninle öbür erkeklerin arasında da öyle geniş bir uçurum var. Benim için en büyük işkence, seni başkaları ile karşılaştırmak olmuştur, inan bana çünkü dünyada senin gibi olan ve sana benzeyen hiç kimse yoktur. Artık bana ‘Hoşça kal!’ de Edmond ve ayrılalım…”
“Artık hepsini öğrendiğime göre unutmak için elimden geleni yapacağım.” “Unutmak mı?” “Gördün mü?” diye açıklamada bulundu. “Bence bir insanın beyni boş bir oda gibidir. Kendi seçtiği eşyaları oraya dizebilmelidir ancak bir ahmak, bulabildiği tüm eşyaları oraya depolar. Böylece ona yararlı olabilecekler o kadar çoğalır ya da karmakarışık olabilir ki ulaşmak istediklerini bulamayabilir. Oysa becerikli bir işçi o odaya götüreceklerinde titiz davranır. Kendisine gerekli olanlar dışında hiçbir şeyi almaz ama zengin ve düzenli eşyalarla dolu bir depoya sahiptir. Bu deponun esnek duvarları olduğunu ve istediğin kadar genişletebileceğini düşünmek bir hatadır. Kaldı ki oraya ekleyeceğin her bilgi daha öncekileri unutmana bile sebep olabilir. Bu nedenle gereksiz bilgiler, yararlı bilgileri, oradan ite kaka çıkarmamalıdır.” “Ama güneş sisteminden bahsediyoruz!” diyerek karşı çıktım. “Bana ne!” diyerek tersledi. “Güneşin çevresinde döndüğümüzü söylüyorsun. Ayın çevresinde dönsek de ne bana ne de işime bir yararı olurdu.” Ne Sherlock Holmes’u “tanıtmaya” ne de 1886 ile 1927 yılları arasında Arthur Conan Doyle’un onun hakkında yazdığı altmış hikâyeyi anlatmaya gerek var. Daha sonraki yıllarda Holmes karakteri ile arkadaşı ve tarihçi Dr. John H. Watson, âdeta gerçek kişiliklere bürünmüş ve bilim kurgu dünyasının en ünlü karakterleri olmuşlardır. Kaldı ki hikâyelerini hiç okumayanlar bile onları tanımaktadırlar. Holmes’un ünü o derece yaygınlaşmıştı ki yanında taşıdığı malzemeler dahi polislik, dedektiflik ve suçluları bulma konusuyla bütünleşmiştir; örneğin, kıvrımlı piposu, uzun şapkası ve büyüteci Sherlock Holmes’un görüntüsünü canlandırmaya yetmektedir. İlk baskılarda kullanılmamasına karşın “Çok basit sevgili Watson.” cümlesi bir özdeyiş olarak dilimize girmiştir. Bu cümle, okuyucuyu şaşırtmakla beraber aslında her şeyin çok açık seçik olduğunu belirtmek amacıyla kullanılmıştır. Londra’ya giden ziyaretçiler hâlâ akın akın Sherlock Holmes’un yaşadığı Baker Caddesi’ne gitmekte ve uzun yıllardır bu muhteşem dedektifin yaşadığı 221 B numaralı eve, Sherlock Holmes’un kendi problemlerine çözüm bulacağını ümit ederek dünyanın her bir tarafından mektuplar yağdırmayı sürdürmektedirler. Onun gerçek bir insan olduğunu ve yardım edeceğini düşünmektedirler hatta 2008 yılında UKTV GOLD tarafından yapılan bir ankette, İngilizlerin yüzde elli sekizinin Sherlock Holmes’un gerçek bir insan olduğuna inandığı ortaya çıkmıştır (Bunun aksine ankette Winston Churchill’in bir bilim kurgu karakteri olduğuna inananlar ise yüzde yirmi üçtü.).
1862 yılının 14 Ocak gününde, Londra’nın Waterloo bölgesinde, 3 numarada bulunan Kraliyet Coğrafya Cemiyetinin toplantısında büyük bir kalabalık vardı. Sir Francis M.... meslektaşlarına sürekli alkışlarla kesilen bir konuşma yapmaktaydı. Hitabet sanatının bu özgün örneği, vatanseverlikle dolup taşan şu cümlelerle son buldu: “İngiltere, her zaman ulusların başında yer almıştır (Okurun da göreceği gibi, uluslar hep birbirlerinin tepesinde ilerler.). Coğrafi keşif arzusundaki kâşiflerinin cesareti sayesinde tabii ki (genel onay belirten sesler)!” Dr. Samuel Ferguson, ki kendisi bu vatanın en aziz evlatlarındandır, köklerine saygısızlık etmeyecektir (Salonun tüm kesimlerinden “Tabii ki hayır!” sesleri yükseldi.). Bu çaba, başarıyla sonuçlanırsa (“Sonuçlanacak!”) dünyanın, Afrika haritası üzerindeki bölük pörçük tüm fikirlerini birleştirip tek kılacak (coşkulu alkışlar) ve eğer başarısız olursa en azından insan dehasının en cüretkâr fikirlerinden biri olarak kayda geçecektir (inanılmaz bir tezahürat)!” Jules Verne, 19. yüzyılın ikinci yarısının en tanınmış ve en çok okunan yazarları arasındadır. Jules Verne’in; uzay yolculuğu, denizaltı, helikopter ve daha birçok bilimsel mucizeyi ilk akla getiren kişi olduğunu varsaymak biraz ileri gitmek olsa da Verne özellikle bilim kurgunun büyükbabası olarak hatırlanmaktadır. Diğer yandan, yazar belki de bilim ve teknoloji kavramlarının insan hayatına yeni yeni girmeye başladığı bir dönemde, bu kavramları gözde kılan ilk kişi olarak değerlendirilebilir. Verne herkesin hatırladığı harika kâhin olmayabilir fakat yazıları milyonlara ilham vermiştir. Geleceği görememiş olsa da eserleriyle diğer kişilerin onu yaratmasına yardımcı olduğu su götürmez bir gerçektir.
"Geçen asrın sonunda Fransa’nın meşhur iç savaştan kendisini kurtarmaya çalıştığı esnada iki adam, iki kardeş ortaya çıktı. Bunlar Michel kardeşler diye bilinen adamlardır. Bunlar o vakit genç, kuvvetli, zekiydiler ve büyük bir gayrete, cürete sahiptiler. Çünkü uzun bir süre boyunca aynı maksada hizmet ederek ondan asla ayrılmamak için pek büyük kuvvete ihtiyaç vardı. Talih denilen şey her akıl sahibine bir iş vereceği zaman yaptığı gibi bunların da kulaklarına doğru eğilerek: ‘Sizin insanca ameliniz ne olacak? Bu âlemde nasıl bir yük yükleneceksiniz? Altın mı istersiniz? Onun görünüşteki kuvvet ve kudretini mi, onunla meydana gelebilecek geleceği ve aile saadetini mi istersiniz? Yoksa iyilik edebilme kudretini, hemcinsinizin minnet ve teşekkürlerine layık olmayı, fakirler tarafından hürmet gösterilme bahtiyarlığını mı?’ diye sordu. Onlar: ‘Biz altın isteriz, altın! Hep altın isteriz. Altından başka bir şey istemeyiz. Kudret, saadet, her şey ondan ibarettir!’ diye cevap verdiler.”
Bir deniz destanı ve bir aşkın hikâyesi olan İzlanda Balıkçısı’nda, yoksul bir balıkçı olan Yann’ı seven zengin ve güzel Gaud’un saf ve masum aşkını, kısa süren bir mutluluğun ardından kopan fırtınanın yanı sıra deniz de daima varlığını onların yaşamlarında hissettirir. Zorlu bir aşk yolculuğunda eserin kahramanları kadar da okuyucu özlemenin ve hiç haber alamadan beklemenin ne denli acı ve zor olduğunu içinde hissedecektir. «Beklemek, hiçbir şey bilmeden, sürekli beklemek… Artık gerçekten bekleyemeyeceği an ne zaman gelecekti? Ya o zaman ne olacaktı? Bunu bile bilmiyordu, sadece o anın çabuk gelmesini istiyordu.»
Modernleşme ve Batılılaşma yolundaki Osmanlı'yı mercek altına alan, yazarının Batılılaşmanın nasıl olması gerektiği hakkındaki fikrini ortaya koyan bu romanın ana karakterlerinden Felatun Bey, Batılılaşmayı yüzeysel olarak yorumlamış biridir. Batı’nın gerçek değerlerini alarak hayata atılan Rakım Efendi ise her bakımdan kendisinden farklıdır. Romanda, Rakım Efendi’nin yaşayışı ile Felatun Bey’in içine düştüğü gülünç durumlar, dönemin manzarası eşliğinde resmedilir. “(…) Önce Ahmet Mithat Efendi, okuyucuya öğretmenlik yapıyor, sonra o ve diğerlerinin gayreti ‘nasıl Osmanlı kalsak da Frenk mukallidi olmasak’ tezi etrafında yoğunlaşıyor. Tanzimat’tan bu yana hangi esere baksanız bir Rakım Efendi ile Felatun Bey karşılaştırması bulursunuz. Bu sabitleşen züppe ile Osmanlı kutuplaşması konusu, Osmanlı aydınının modernleşme olgusunu kavramaktaki aczinin bir göstergesidir…” İlber Ortaylı, “Gelenekten Geleceğe” bu laubalice hareketine şaşırmışlardı. Çünkü onlar İngilizler kadar da sıcak değildirler. Hele Fransız ailelerince Nasuh’un bu hareketi yabancılığına yoruldu. Zira Paris’te ya şehvani bir menfaat veyahut nakdî bir fayda icap etmez ise birbirini bilmeyen iki adam arasındaki münasebet pek bayağı bir hâlde kalır gider.
Dick Sand daha on beş yaşında bir çocuktu. Fakat hayat onu erken pişirmişti. Bu yaşında gemilerde miçoluk yapıyor ve yeri geldiğinde en önemli kararlara katılıyor, sorumluluk alıyordu. Bir gün olaylar öyle bir gelişti ki Dick Sand velinimeti Bay Weldon’ın Pilgrim adlı gemisinin kaptanlığını üzerine almak zorunda kaldı. Belki bu onun için bir şey değildi ama bu sorumluluğun yanı sıra Bayan Weldon’ın ve biricik oğlunun hayatları da kendisine emanetti. Buna bir de ölene kadar peşlerini bırakmayan bir gizli düşmanın sinsi planları eklenince Dick Sand, kendisini hiç istemeyeceği bir maceranın içinde buldu. Bilim-kurgu kitaplarıyla olduğu kadar macera-gezi romanlarıyla da tanınan ünlü yazar Jules Verne’in ailesi denizci bir soydan geliyordu. Jules Verne de tam bir deniz tutkunuydu; öyle ki gemilerde tayfalık yapmak için evden kaçtı ve yakalanarak ailesine teslim edildi. Onun bu deniz tutkusu eserlerine de yansıdı ve kitaplarında, denizlere ve deniz yolculuklarına önemli bir yer verdi. “Köle ticareti” ifadesi hiçbir lisanda yer almaması gereken bir ifade. Bazı Avrupa ülkelerine uzun süre büyük kazançlar sağlayan bu korkunç ticaret, birkaç yıldır görünüşte yasaklanmıştı. Fakat özellikle Orta Afrika ülkelerinde büyük ölçüde hâlâ devam ediyordu. Dahası, 19. yüzyılda, Hristiyan olduğu iddiasında olan bazı devletler bu ticaretin ortadan kaldırılmasını öngören belgeye imza atmamıştı bile…
İdealist, azimli, hayatın gerçeklerinden haberdar Şinasi’nin yerli imkânları kullanarak sağladığı başarı ile alafranga düşkünlüğünün ve hilekâr yapısının cezası olarak İsviçre’ye gidip kayıplara karışan Senai’nin trajikomik dramını işleyen Ahmet Mithat; köy hayatına olumlu bir bakış açısıyla yaklaşır. Senai, köydeki arazileriyle Karun kadar zengin babasından aldığı öğütlerle şehir hayatının özentisi içerisinde Mekteb-i Sultaniyi bitirdikten sonra avukat olup Avrupa’ya gitme hayalindedir. Şinasi’nin ise hedefinde okulu bitirdikten sonra köye gidip tarım ve ticaret alanında kendini geliştirmek vardır. Böylelikle iki zıt karakter bahtiyarlığı bulma gayesindedir. «Vücudum sakat değil, tam! Aklım noksan değil, kâmil! Yaradılışımda, fıtratımda tembellik yok; çalışkanlık var! Karar verme gücüm, miskinliğe rızadan ibaret değil; bahtiyarlık arzusundan ibaret! İşte Cenabıhak bunları her kime verirse o adam bahtiyar olabilir.»
Barrie’nin meşhur Peter Pan’ı ilk kez andığı ve bir bölüm olarak içerisinde beslediği romanıdır, Küçük Beyaz Kuş. Eserin başkahramanı olan Kaptan W.’nin günbegün yaşamından kesitler sunduğu ve Kensington Bahçeleri’nin fantastik öykülerini içerdiği birincil anlatımıyla, Küçük Beyaz Kuş’un meydana getirilişine tanık oluyoruz. Kimi yerde Kaptan W.’nin David’le çocukça bir dünyadaki, hayali maceralarına kapılırken kimi yerde de Mary A.’nın gerçek dünyasında kahramanımızla birlikte sabrın sınırlarını zorlayacaksınız. “Madam, Maksadım size hava atmak değil. Ancak bu eseri size ithaf etmezsem, yaşananların ironisine ahmaklıkla karşılık vermiş olurum. Zira fikir size aitti. Daha idealist olduğunuz zamanlarda Küçük Beyaz Kuş adında bir kitap yazmak isteyen sizdiniz. Bu fikirden neden bu kadar çabuk vazgeçtiğinizin cevabını verecek kişi ise ne yazık ki ben değilim. Şimdi anlaşılıyor ki meşgul olacak başka şeyleriniz varmış. Velhasıl, kolay yolu seçtiniz ve kuşun kendisini elde etmeyi tercih ettiniz. Size bu ithafımı sunarken, dikkatinizi çekmek isterim ki bu sırada ben de bu kitabı doğurdum. Yani kendisi bende gölgesi sizde. İnanç sahibi bir insan olarak teklifimi kabul edeceğinize güvenim tam, Saygıdeğer Madam.”