Название | Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi ve Nedret |
---|---|
Автор произведения | Güzide Sabri |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 9786057605689 |
Uzaktan Nihat’la Nihal’in sesleri işitiliyordu. Geliyorlardı. Nejat derin derin içini çekti, “Eyvah!” dedi, “Şiir gibi bir rüyadan tekrar acı bir hakikate dönüyoruz.”
Ağır ağır yürümeye başladı. Beyaz güllerden müteşekkil bir hıyâbandan219 geçiyorduk. Burası o kadar loş ve güzel kokuluydu ki, Nejat gayri ihtiyari durdu. Bizden ürken kuşlar daldan dala kaçtılar.
Şu yeşil yuvada, şu serin gölgeler altında bir an olsun yalnız bulunmaktan mütevellit derin bir saadetle mest olmuştuk. Her tarafta sükût! Bazen uzaktan inek sesleri, kuzuların melemeleri işitiliyordu. Nejat bu dakikaların saadetini ihlal etmekten korkan yavaş bir seda ile “Bilir misiniz şimdi neler hissediyorum, neler düşünüyorum? Fikret, şurası saadetimizin gelin odası, bu yeşil yapraklar gelin süsleriniz, bu beyaz güller gelin tacınız olsa, bizi unutsalar, bizi müebbeden birbirimize terk etseler, sen benim olsan, tabiatın kucağında hayattan uzak yaşasak!” dedi.
Asabi bir tebessümle devam etti:
“Lakin ne garip! Bir dakika olsun insan kendini aldatmakla gayri kabili husul220 bir saadetin lezzetlerini duyuyor gibi oluyor. Öyle zannediyorum ki şu anda bütün elemlerim, hüzünlerim benden uzaklaşıyor. Sen de böyle misin Fikret?”
“Ah! Evet Nejat! İşte bu kısa saadet serabı, mahrum ve nasipsiz hayatlara ihsan edilmiş bir sadakadır. Biz bununla kanaat etmeye mahkûm edilmiş biçarelerdeniz!”
Nejat derin bir teessüfle başını salladı. Sonra iki tane gül kopararak bana uzattı.
“Rica ederim. Şunları göğsünüze takınız; kalp atışlarınızın hararetiyle solmaya başladıkları zaman salondaki piyanonun üzerine bırakınız, ben oradan alırım. Şu ânın bahtiyarlığının bir yadigârı olsun.”
Gülleri kalbimin üzerine taktım. Yürümeye başladık. Tarlaları takip ediyorduk. Düz bir yoldan onları istikbal için sağa doğru saptık. Ağaçların arasından zevcimle Mediha göründü. Genç kadın bu bahar güneşinin hararetli sıcağında kızarmış, terlemiş, başörtüsünün altından sarı saçları dağılmış; iri vücudu, al yanakları, ufak mavi gözleri ile dinç ve güzel bir köylü kadınına benzemişti. Gülerek “Of! Yoruldum, bittim. Aman Nejat! Dur, biraz koluna gireyim,” dedi.
Mediha böyle söylerken kocasının koluna asılmıştı. Bu manzarayı görmemek için zevcime doğru yürüdüm. O, mütebessim fakat endişeli bir nazarla yüzüme bakıyordu.
“Nasılsın? Nen var, söyle bakayım? Bu sabah seni görmeden çıktım. Daha doğrusu uyandırmaya, rahatsız etmeye kıyamadım. Nihat biraz rahatsız olduğunu söyledi.”
“Hiçbir şeyim yok, niçin merak ediyordunuz?”
Ellerimi tutarak öptü. O anda kahrolmak istiyordum.
“Bilirim,” dedi, “üzülmemi istemediğin için daima hastalığını benden gizlersin değil mi?”
Nejat bu aralık hem zevcesinin sözlerini dinliyor hem bize bakıyordu. Zevcim bundan istifade ederek “Nejat Bey! Zevcem hasta ve hastalığını daima benden gizlemek istiyor. Rica ederim bugün kendisini bir kere muayene ediniz,” dedi.
Ne olduğumu şaşırmıştım. Ya Rabbim, bu nasıl da kahır dolu bir dakika olacaktı! Derhal, “Emriniz olur,” cevabında bulundu. Artık benim için rıza göstermekten başka çare yoktu.
“Peki, içeri girelim de…” diyerek sözü kısa kesmek istedim.
Mediha Hanım, bu bahar sabahının letafetiyle mesut ve sermest halde yanıma geldi. Zavallı kadın “Oh! Ne güzel, ne güzel yerler,” diyordu. “İnsan burada sakin ve müsterih bir hayat geçirebilir.”
Ihlamur ağaçlarından müteşekkil küçük bir korunun serin sayeleri altında ağır ağır yürüyorduk. Nejat birkaç adım geriden geliyor, bizi takip ediyor, ihtimal ki hislerimizdeki, şahıslarımızdaki farkları görmeye, bu iki kadını birbirinden ayıran zıtlıkları daha iyi keşfetmeye çalışıyordu. Vakıa Mediha Hanım sevilmeyecek kadar çirkin değildi. Tombul yanakları, ufak ve birbirine yakın mavi gözleri, sarı saçları, biraz uzunca yüzü, yüz hatlarının birbirine münasebeti onu hoş ve latif gösteriyordu. Lakin Nejat gibi bir erkeğin ruhunu okşayacak bir histe yaratılmamıştı! Kocasını çılgın bir muhabbetle seviyordu! Fakat hiçbir zaman kocasının ruhuna eş, hayatına arkadaş olamamıştı.
Köşke davet ettikten sonra zevcimle Nejat terastaki uzun sandalyelere yaslandılar. Doktor Bey dalgın olduğu halde bu halini samimi olmayan bir neşeyle örtmeye uğraşıyordu. Mediha Hanım odasına çekilmişti. Yarım saat sonra salona geldiği zaman hakikaten pek latif bir kadın olmuştu. Elini yüzünü yıkamış, sarı saçlarını başına toplamış, üstüne dantelalı pembe bir robdöşambr giymişti. İkimiz de tesadüfen piyanonun karşısındaki büyük aynanın önünde duruyorduk. Gayri ihtiyari nazarım oraya doğru kaymıştı. Orada iki kadın hayali vardı. Biri bir bahar kadar zengin, hayatın acı elemlerini duymamış veyahut duymak hissinden mahrum yaşamış! Diğeri ise henüz yirmi iki yaşındayken yorulmuş, istikbalden ümidini kesmiş, hayata dargın, daima kalbini kemiren bir illetle mustarip! Siyah elbiseler içinde bir sonbahar çiçeği gibi sönmek üzere! İkimiz de terasa doğru yürüyorduk. Zevcim ellerimi tutarak beni yanına oturttu. En tatlı ve müşfik nazarıyla yüzüme bakıyordu. Nejat sapsarı olmuştu. Gayri ihtiyari başını çevirdi.
Mediha Hanım gülerek “Bütün zevcelerin gıpta edeceği bir mevkiide bulunuyorsunuz hanım yenge, ne kadar bahtiyarsınız. Zira dayımın bütün kalbine hâkim olmuşsunuz,” dedi.
Bu sözlere cevap vermek zor geldi. Ne demeliydi? Bu zavallı kadın öyle bir söz söylüyordu ki… Yirmi iki yaşında bir kadının elli yaşında bir erkekle nasıl ve ne suretle hayat sürdüreceğini düşünmüyor da, zevcimin bana karşı pek tabii olan muhabbetine şaşırıyordu. Tebessüm ederek “Evet, itiraf edebilirim ki bu hal beni mağrur ediyor,” dedim.
Öğle yemeğinden sonra piyanonun önüne oturdum. Karciğar’dan bir taksim yaptım. Mediha Hanım benden ufak tefek bazı şarkılar istiyordu. Ara vermeden çalıyordum. Nejat ayaktaydı. Notaları karıştırırken karısının bu tabiatsızlığına karşı sıkıldığını ima eden bir tavırla hızlı hızlı nefes alıyordu. Birdenbire kendisine dönerek “Makamlardan hangisini seversiniz?” diye sordum.
Derin derin yüzüme bakarak cevap verdi:
“Hüseynî makamını.”
Hissiyatımızdaki bu tekabüle hayrette kalmıştım. Zira ben de Hüseynî’yi her makama tercih edecek kadar severdim.
“Ya siz?” dedi.
Vereceğim cevabın hâsıl edeceği tesiri düşünemedim:
“Aynı makamı.”
Nejat sükût ederek önüne baktı. Tekrar piyanoya döndüm. Kendisinin sükûnuna bir cevap olarak söylediğim “Bilmem ki safa, neşe bu ömrün neresinde; şâd olsa gönül bari biraz son nefesinde,” şarkısı, bu yorgun hayatımın, bu zavallı aşkımın özetiydi. Bunu kalbimin en acı hisleriyle çalmaya başladım. O sakin, dalgın dinliyordu. Karciğâr’dan Hüseynî’ye geçtim. Parmaklarımda ruhumdan akseden bir raşe221 vardı. Ağlamak istiyordum. Piyanonun önünden kalktığım zaman, bütün asabım yorulmuştu. Bir kanepe üzerine yaslandım. Nejat hâlâ derin bir mest içinde varlığından tecerrüt etmiş222 gibiydi. Onu bu halde görmek beni çıldırtıyordu. Ayağa kalktım, oradan kaçmak istiyordum. Zevcim “Nereye?” diye sordu.
“Müsaade ederseniz biraz dinleneyim. Belki
219
İki yanı ağaçlıklı yol, bulvar.
220
Gerçekleşmesi mümkün olmayan.
221
Titreme.
222
Sıyrılmak.