19. yüzyılın ikinci yarısında, Amerika’daki Kuzey-Güney Savaşı bitmiş, eskisine göre daha dingin bir hayat hüküm sürmeye başlamıştı. Artık silahlar çekilmiyor, toplar atılmıyordu. Ve bu dingin hayat en çok Kuzey’in topçu subaylarının canını sıkıyordu. Bir şeyler yapmalıydı. Savaşı yeniden başlatamazlardı veya başka bir ulusa -mesela İngilizlere- harp açamazlardı. Mutlaka bir yerlere mermi atmalıydı. Ama nereye? Gun Club’ın başkanı Bay Barbicane bu sorunun cevabını biliyordu: “Ay’a!” Jules Verne, 19. yüzyılın ikinci yarısının en tanınmış ve en çok okunan yazarları arasındadır. Jules Verne’in; uzay yolculuğu, denizaltı, helikopter ve daha birçok bilimsel mucizeyi ilk akla getiren kişi olduğunu varsaymak biraz ileri gitmek olsa da Verne özellikle bilim kurgunun büyükbabası olarak hatırlanmaktadır. Diğer yandan, yazar belki de bilim ve teknoloji kavramlarının insan hayatına yeni yeni girmeye başladığı bir dönemde, bu kavramları gözde kılan ilk kişi olarak değerlendirilebilir. Verne herkesin hatırladığı harika kâhin olmayabilir fakat yazıları milyonlara ilham vermiştir. Geleceği görememiş olsa da eserleriyle diğer kişilerin onu yaratmasına yardımcı olduğu su götürmez bir gerçektir.
Tanzimat Dönemi yazarlarından olan Ahmet Mithat Efendi, ölümüne dek iki yüzden fazla eser yayımlamıştır. Eserlerinde akla gelebilecek her türlü konuya değinen Ahmet Mithat, özellikle Avrupa’nın bilim ve sanayideki gelişmişliğini methederken, Osmanlı toplumunun ahlaki değerlerini koruması gerektiğini vurgulamıştır. “Paris’te Bir Türk”, eserlerinde göze çarpan bu gibi unsurların yoğun bir şekilde işlendiği romanların başında gelir. Romanın başkahramanı Nasuh’un ağzından giyimden evliliğe, medeniyetten geri kalmışlığa, krallıktan cumhuriyete, Doğu kültüründen Batı kültürüne kadar her şey tartışılır ve bu tartışmaların sonucunda bir fikir birliğine varılarak okuyucuya sunulur. Nasuh’un seyahatinde, -onun Paris’teki gezintileri, farklı milletlerden tanıştığı insanlarla sohbetleri, kadınlarla olan ilişkileri boyunca- bu gibi konular Ahmet Mithat’ın sade diliyle tafsilatıyla ele alınır. «Zira tanışmanın hasıl olması yani iki komşunun birbiriyle merhabalaşması için ya daireleri kapısından girer veya çıkar iken veyahut merdiven üzerinde tesadüfle boyun eğmekten başlaması lazım gelir. Nasuh bu meseleyi bilir idiyse de tanışma peydası için ayların geçmesine katlanamadığı ve bir haneye yabancı girer gibi girip çıkmayı dahi sevmediği cihetle, daha gelişinin ertesi günü komşularının birer birer kapısını çalıp girerek ve 'Hanımlar! Efendiler! Kendimi size yeni komşunuz olmak üzere takdim ederim ve sizi taciz edecek hiçbir hâl ve hareketim vukuya gelmeyeceğini vaatle hakkımda teveccühünüzü rica ederim.' tarzında girişler yaparak derhâl tanışma münasebeti bağına muvaffak olmuştu. Moskoflar Nasuh’un bu hareketinden memnun kaldılar. Zira Avrupa’nın en kibar milleti Moskoflar addedilse şayandır. Zira insanoğluna derhâl temayül ederek ana, baba, kardeş gibi ısınmakta Türklerden bile ileridirler. Almanlar, Nasuh’un bu laubalice hareketine şaşırmışlardı. Çünkü onlar İngilizler kadar da sıcak değildirler. Hele Fransız ailelerince Nasuh’un bu hareketi yabancılığına yoruldu. Zira Paris’te ya şehvani bir menfaat veyahut nakdî bir fayda icap etmez ise birbirini bilmeyen iki adam arasındaki münasebet pek bayağı bir hâlde kalır gider.»
Hamburg’un eski mahallelerinden birinde huysuz amcasının -Profesör Lidenbrock- asistanlığını yapmakta olan Axel, amcasına, eski bir parşömen parçasının üzerinde bulup çözmeye uğraştıkları bir şifreyi istemeyerek de olsa açıklar ve böylece yerin derinliklerine doğru bir seyahatin fitili ateşlenir. Huysuz olduğu kadar bilime âşık olan ve bu işin şanını başkasına bırakmak istemeyen profesörü durdurmak mümkün değildir artık. Profesör, asistanını da yanına alarak Dünya’nın merkezine doğru bir yolculuğa çıkar ve derine, en derine iner. Jules Verne, 19. yüzyılın ikinci yarısının en tanınmış ve en çok okunan yazarları arasındadır. Jules Verne’in; uzay yolculuğu, denizaltı, helikopter ve daha birçok bilimsel mucizeyi ilk akla getiren kişi olduğunu varsaymak biraz ileri gitmek olsa da Verne özellikle bilim kurgunun büyükbabası olarak hatırlanmaktadır. Diğer yandan, yazar belki de bilim ve teknoloji kavramlarının insan hayatına yeni yeni girmeye başladığı bir dönemde, bu kavramları gözde kılan ilk kişi olarak değerlendirilebilir. Verne herkesin hatırladığı harika kâhin olmayabilir fakat yazıları milyonlara ilham vermiştir. Geleceği görememiş olsa da eserleriyle diğer kişilerin onu yaratmasına yardımcı olduğu su götürmez bir gerçektir.
Percy Greg’in tek bilim kurgu eseri olan Zodyak Karşısında, bir Dünyalı ile bir Marslının imkânsız aşkını anlatıyor. Bu aşk ile birlikte yazar, iki uygarlık arasındaki siyasi ve sosyal farklara, Tanrı sevgisinin faziletlerine, sosyalizmin zararlarına ve kadın erkek eşitliği üzerine de görüş bildiriyor. Tüm bunların yanı sıra eserde, bilinen ilk uzaylı dilinin gramer detaylarını da ortaya koyuyor ve Apergy adını verdiği bir karşı kütle çekim enerjisiyle yer çekimini yenebilen uzay gemileri tasarlıyor. «Karanlığın saçma derinlikleri, uzayın yalnızlıkları… Garip! Hissettirmeden koluna sokulan kılıca rağmen alaycı gülümseme yüzünde. Sinsice uzaktan içine bakan ölüm, cinayet halkasıyla çevrilmiş. Garip! Küf kokmuş vicdanın elinde kızıl leke yok! Ancak ölüm, ölüm dağıtanı rahatsız eder; kan kanın ömrünü kısaltır!»
Roberta, Peter ve Phyllis çok mutlu üç çocuktu. Anneleri dünyanın en iyi annesi, babaları yüzünü hiç asmayan anlayışlı bir babaydı. Bir gün iki adam geldi ve babalarını götürdü. Artık anneleriyle bir başlarına kalmışlardı. Londra’da da kalamadılar bu olaydan sonra. Bir köye taşındılar. Köyde yaşamak zordu ama bir o kadar da şaşırtıcı şeylerle doluydu. Arkadaşları trenler oldu burada. Onlarla bazı maceralar yaşadılar hatta. Belki paraları yoktu ama kalpleri sıcacıktı, sevgi doluydular ve hayata umutla bakıyorlardı… Çocuklar, sırf yoksul insanlar için çok güzel bir kitap yazmasından ötürü tutuklanan ve Sibirya’ya gönderilen bu adama duydukları yakınlığı göstermeyi çok istiyorlardı. Ona gülümseyebilirlerdi elbette, gülümsüyorlardı da ama insan boyuna gülümserse bu gülümseme bir sırtlan sırıtışı gibi yapışırdı yüze ve artık dostça bir gülümseme olmaktan çıkar, budalaca bir hâl alırdı. O bakımdan, çocuklar başka çarelere başvurdular. Yabancı konuğun koltuğu, yonca, gül ve hasekiküpeleriyle çevreleninceye kadar ona çiçek taşıdılar.
Babasının “küçük hanım”ı, akıllı, uslu, büyüyüp de küçülmüş, ağırbaşlı küçük Sara’nın en çok istediği şey, hemen büyüyüp babasına bakmak, evlerini çekip çevirmekti. Bu yüzden razı oldu gördüğü ilk andan beri hoşlanmadığı Bayan Minchin’in yatılı okulunda okumaya. Hem “mış gibi” yaparsa ne Bayan Minchin ne de onun kendisine benzeyen okulu canını sıkamazdı. Mış gibi yaparsa prensesler gibi yaşardı burada. Bunu yaparken ilk zamanlar pek zorlanmadı; çünkü babası uzakta da olsa onu prensesler gibi yaşatıyor; aksi Bayan Minchin -o da kendisinden pek hoşlanmasa bile- onu el üstünde tutuyor ve günler böyle geçip gidiyordu… Peki ya bir gün her şey tersine dönüp de Sara beş parasız bir hâlde Bayan Minchin’in eline düşerse o zaman ne olacaktı?.. Hayallerinde yaşayan Sara, Prenses Sara, kendisine hiç de böyle davranmayan insanlar arasında yine mış gibi yapabilecek miydi?.. “Dur bakalım!” dedi Bayan Minchin. “Bana bir teşekkür dahi etmeyecek misin?” Sara durakladı, bütün derin, tuhaf düşünceleri göğsünde kabarıp şişti. “Ne için?” diye sordu. “Sana yaptığım iyilik için.” diye cevapladı Bayan Minchin. “Sana yuvamın kapısını açtığım için.” Sara ona doğru iki üç adım attı. Küçük göğsü inip kalkıyordu, bir çocuktan beklenmeyecek kadar haşin bir sesle konuşmaya başladı. “Siz iyi falan değilsiniz.” dedi. “Siz hiç iyi biri değilsiniz ve burası yuva falan değil.”
Bir varmış bir yokmuş, zamanın birinde, Hans Brinker adında yoksul bir genç yaşarmış. Yüreği iyilik dolu, vakur bir Hollandalı olan bu gencin, Gretel adında bir de kız kardeşi varmış. Babaları seneler evvel, bu memleketin meşhur setlerinden düşüp akli melekelerini yitirince vefakâr anneleriyle baş başa kalmışlar. Her şeyin üstesinden kendileri gelmeye çalışan gençlerimizin önüne, kader türlü türlü zorluklar çıkarmış. Her Hollandalı gibi onlar da yaşadıkları çetrefilli coğrafyadan nasiplerini aldıklarından sabır ve inançla devam etmişler yaşamlarına. Bu devran hep böyle sürüp gitmezmiş elbet, senelerce envaiçeşit derdi çocuk yaşlarına karşın büyük bir olgunlukla göğüsleyen ufaklıkların gün yüzü görme sırası gelmiş. Kendisi Amerika’da doğan, fakat ebeveynleri Hollandalı olan yazarımız Mary Mapes Dodge’un bilgilendirici bir dille meydana getirdiği bu kıymetli eseri, çocuk edebiyatına bir armağan olmasının yanı sıra Hollanda tarihi, kültürü, sanatı ve yaşayışı bakımından oldukça zengin bir içeriğe sahip olduğundan her yaştan okuyucunun zihnini renklendirecek keyifli bir okuma sunuyor.
Edgar Allan Poe her ne kadar yazın dünyasına şiirleriyle girdiyse de 40 yıllık ömründe kısa hikâyede de yetkinliğini ortaya koydu ve getirdiği yeniliklerle kısa öykünün bugünkü hâlini almasında önemli bir kilometre taşı oldu. İlk modern dedektif öykülerini kaleme alan Poe, hayal dünyasından gerçeklere, fantastik karakterlerden araştırmacı kimliklere uzanan etkileyici hikâyeleri ile okuyucuda canlı bir etki bıraktı. “Sarhoş, yoksul, ezik, dışlanmış Edgar Allan Poe, dingin ve erdemli bir Goethe’den ya da Walter Scott’tan çok daha fazla hoşuma gidiyor.” (Charles Baudelaire) “Poe’nun sadece kendine has olan ve onu bütün diğer yazarlardan ayırt eden özelliği, hayal gücünün olağanüstü genişliğidir.” (Fyodor Dostoyevski) “Dikkatsizce bol bol etrafa saçtığı tohumlardan bugünkü edebiyat formlarımızın çoğunun çıktığı Edgar Allan Poe dedektif öykülerinin babasıydı.” (Arthur Conan Doyle) Bu Seçkide Yer Alan Hikâyeler Çalınmış Mektup, Altın Böcek, Mister Augustus Bedlo’nun Hatıraları (1844), Metzengerstein, Garabet Meleği, Doktor Goudron’la (Katran), Profesör Plume’un (Tüy) Usulü, Kuyu ve Rakkas, Bir Mumya ile Küçük Münakaşa, Beyzi Portre, William Wilson, Morgue Sokağı’ndaki Çifte Cinayet
1789 Fransız İhtilali’nden sonra Avrupa’da siyasi ve toplumsal çalkantılar son bulmamıştı. 1848 Devrimleri’ne gelinirken kıtada, protestolara, grevlere, başkaldırılara yol açan siyasi gelişmeler yaşanıyordu. Avrupa’da Fransa, Fransa da ise gençler başaktörüydü tüm bu gelişmelerin. Gustave Flaubert’in -kendi hayatından esintileri de taşıyarak- bu dönem gençliğinin ayrıntılı bir panoramasını sunduğu “Bir Delikanlının Hikâyesi”, genç hukuk öğrencisi Frédéric’in 1840 yılının Eylül ayında yaptığı bir gemi yolculuğu ile başlar. Genç Frédéric, Avrupa’nın yaşadığı siyasal ve sosyal kargaşalar içinde kendi kaderini kendi eline almaya çalışacak, kibar âlemlere girip çıkacak, yükselme arzusuyla dolup taşacak, kendi gibi genç arkadaşlarının kimi zaman büyük yardımlarını görecek kimi zaman da ihanetleriyle karşılaşacaktır. Tüm sosyal ilişkiler değişirken, bütün arkadaşları gibi bir yandan diğer yana savrulurken Frédéric’in kalbinde sadece tek bir şey değişmeden, olduğu gibi kalacaktır: O ilk gemi yolculuğunda görüp tutulduğu, kendinden yaşça büyük Madam Arnoux’ya olan aşkı… «Ayrılıklarda öyle bir an gelir ki sevilen kadın artık bizimle beraber değildir. Sonunda yelkovan yirmi beşi gösterince Madam Arnoux, şapkasını usulca bağlarından tutup aldı. 'Allah’a ısmarladık dostum, sevgili dostum! Sizi bir daha göremeyeceğim! Son kadınlık teşebbüsümdü bu! Ruhum hiç yanınızdan ayrılmayacak. Tanrı’dan size rahmet dilerim!' dedi.»
İki zıt karakter… Biri gururun ve kibrin zirvelerinde: Bay Fitzwilliam Darcy. Diğeri bu gurur yüzünden ön yargılı bir bakış içinde: Bayan Elizabeth Bennet. Ve ön yargının duvarlarını yıkan, gururun kör bakışlarının önüne geçen önlenemez bir aşk… Jane Austen’ın ikinci romanı olan bu eser, 18. yüzyıl İngilteresi’nin bir portresini sunarken edebiyat dünyasına da ölmez kadın karakterlerden biri olan Elizabeth Bennet’ı armağan ediyor. Taşrada yetişmesine rağmen kendini geliştirmiş, vaktinin çoğunu kitap okumakla geçiren bu karakter, serbest davranışları ve iğneleyici diliyle bir anlamda Jane Austen’ın da kişisel özelliklerini yansıtmaktadır. Gitgide kendinden iyice utandı. Darcy ve Wickham’ı her düşündüğünde kör, taraflı, ön yargılı ve gülünç davrandığını hissediyordu. “Ne kadar alçakça davrandım!” diye haykırdı, “Ben ki iyiyle kötüyü ayırt edişimle övünürdüm’ Ben ki becerilerim nedeniyle kendime değer verirdim! Sık sık ablamın cömert iyiliğini küçümser, işe yaramaz ve utanç verici bir kuşkuyla gururumu tatmin ederdim. Bu öğrendiklerim ne kadar aşağılayıcı! Öte yandan, ne kadar da hak edilmiş bir aşağılama! Âşık olsam bundan daha acınası bir körlük içinde olmazdım. Ama benim aptallığım kibir oldu, aşk değil. Birinin yakınlığından hoşlanıp diğerinin ihmaline alınarak her ikisine karşı, tanışmamızın daha en başında işin içine ön yargı ve cehaleti sokup mantığı defettim. Bu ana dek ben bile kendimi tanımıyormuşum.”