Böylece bıraktı onları ve Pylosluların usta hatibi Nestor’a doğru gitti, adamlarını diziyor ve kışkırtıyordu o, yanında Pelagon, Alastor, Khromios, Haimon ve halkının önderi Bias’la beraber. Öncelikle atlılarını arabaları ve atları ile beraber ön saflara yerleştirdi, yaya askerler, cesur erler ve güvendiği diğer adamlar da arkadaydı. Korkakları ortaya yerleştirdi ki, isteseler de istemeseler de savaşsınlar. Emirlerini öncelikle atlılara verdi, karmaşayı önlemek için atlarını ellerinde iyi tutmalarını söyleyerek. “Hiçbir kimse…” dedi, “Gücüne ve iyi at binmesine güvenerek öne geçip Truvalılarla tek başına uğraşmasın aynı zamanda geride de kalmasın, aksi takdirde saldırının tesiri azalır; ancak her biriniz düşmanın arabasıyla karşılaştığında mızrağını fırlatsın; bu en iyisi olacaktır. Eskiler kasabaları ve kaleleri böyle aldılar, kafalarında bu düşünce vardı.”
Böyle emretti yaşlı adam onlara zira pek çok savaşta bulunmuştu ve Kral Agamemnon memnun olmuştu. “Keşke…” dedi, “Bacakların esnek olaydı ve gücün mutlak olaydı muhakemen kadar; ancak insanoğlunun ortak düşmanı yaşlılık, ellerini senin üzerine koymuş, keşke bir başkasının başına geleydi de sen hâlâ genç olaydın.”
Gerene’nin şövalyesi Nestor da cevap verdi: “Atreusoğlu, ben de memnuniyetle güçlü Eurythalion’u katlettiğim zamanki adam olmak isterim, ancak tanrılar bize her şeyi beraber ve aynı zamanda vermez ki! O zamanlar gençtim, şimdi ise yaşlı, ancak hâlâ atlılarımla beraber gidip onlara yaşlıların vermeye hakkı olan öğütleri verebiliyorum. Mızrak atmayı benden daha genç ve güçlü olanlara bırakıyorum.”
Agamemnon keyifli keyifli yoluna gitti ve yakınında Peteos’un oğlu Menestheus’u buldu, olduğu yerde oyalanırken ve onunla beraber savaşta naralar atan Atinalıları. Yanında kurnaz Odysseus da oyalanıyordu, etrafında güçlü Kephallenlerle beraber. Savaş narasını henüz duymamışlardı zira Truva ve Akha birlikleri daha yeni yürümeye başlamışlardı, bu yüzden öylece durup başka bir Akha kıtasının Truvalılara saldırmasını ve savaşı başlatmasını bekliyorlardı. Agamemnon bunu görünce onları azarladı ve dedi ki: “Peteos’un oğlu ve sen diğeri, kurnazlıkta âlim, açıkgöz yürek, neden orada korkudan sinmiş ve diğerlerini bekler durursunuz? Siz ikiniz en önde gidenler olmalıydınız çetin savaşa girmek için, zira siz davetimi en önde kabul edenler olursunuz Akhalı kurul şölen yaptığında. Kızarmış etleri bolca alıp, istediğiniz kadar şarap içerken yeterince memnun olursunuz da şimdi on kıta Akhalı önünüzdeki düşmanla çarpışırken nasıl olur da umursamazsınız!”
Odysseus ona yan yan baktı ve yanıt verdi: “Atreusoğlu, sen ne dersin böyle? Bize nasıl tembel dersin? Akhalar Truvalılarla tam güç savaştayken göreceksin, tabii dikkat edersen eğer, Telemakhos’un babası en öndekilerle savaşa girecek. Boş boş konuşuyorsun!”
Agamemnon, Odysseus’ın öfkelendiğini görünce, ona tatlı tatlı gülümsedi ve sözlerini geri aldı. “Odysseus!” dedi, “Laertes’in soylu oğlu, akıl vermede üstün, senin ne kusurunu bulmaya ne de emir vermeye çalışırım, zira bilirim ki kalbin iyidir ve senle ben aynı taraftayız. Yeter, sana söylediklerimi geri aldım ve şimdi söylenen fena sözleri tanrı da yok saysın.”
Sonra onları bırakıp başka tarafa gitti. Yakınlarda Tydeusoğlu soylu Diomedes’i gördü, arabası ve atları yanında dururken, Kapaneus’un oğlu Sthenelos da beraberinde. Bunun üzerine onu azarlamaya başladı. “Tydeusoğlu!” dedi, “Niye korkudan sinmiş burada durursun savaş başlamak üzereyken? Tydeus hiç çekinmedi, aksine hep adamlarının önündeydi düşmanlara karşı onlara liderlik ederken -en azından onu savaşta görenler öyle der- zira ben kendi gözlerimle hiç görmedim. Derler ki onun gibi biri yoktu. Bir keresinde Mykene’ye geldi, düşman olarak değil de dost olarak, Polyneikes’le beraber adam bulmak için orduya, zira güçlü şehir Thebes’e savaş açmışlardı ve halkımıza onlara yardımcı olacak seçme bir grup adam vermelerini rica ettiler. Mykene’nin erleri almalarına razı oldu onları ancak Zeus hayırsız alametler göstererek onları caydırdı. Bu yüzden Tydeus ve Polyneikes yollarına devam ettiler. Çok yeşillikli ve sazlıklı Aesopus’un kıyılarına kadar varınca, Akhalar Tydeus’u elçileri olarak gönderdi ve böylece Kadmosluların kalabalık hâlde Eteokles’in evinde bir şölen için toplandıklarını öğrendi. Yabancı olduğu hâlde, kalabalığın arasında tek başına olmaktan korku duymadı, aksine onlara çok çeşitli yarışmalarda meydan okudu ve hepsinde de ilk elde yendi, çünkü Athena ona yardım etti hep. Kadmoslular başarısına öfkelendiler ve elli delikanlıdan oluşan bir grup oluşturdular, başlarında iki kaptanla beraber -Haimonoğlu tanrısal kahraman Maion ve Autophones’in oğlu Polyphontes- onun dönüş yolunda pusuda beklemeleri için. Ancak Tydeus her birini katletti, sadece Maion’a dokunmadı, gökten gelen alamete uyarak onu serbest bıraktı. Aitolialı Tydeus işte böyle bir adamdı. Oğlu ondan daha dilbazdır ama babasının dövüştüğü gibi dövüşemez.”
Diomedes hiç cevap vermedi, zira Agamemnon’un azarından utanmıştı ancak Kapaneus’un oğlu konuşmaya başladı ve dedi ki: “Atreusoğlu, yalan söyleme, söyleyeceksen doğru söyle. Biz babalarımızdan bile üstün adamlar olduğumuz için övünürüz, yedi kapılı Thebes’i aldık, surlar daha güçlü ve adamımız daha az olduğu hâlde, zira tanrıların alametlerine ve Zeus’un yardımına güvendik, onlarsa tam bir akılsızlıkla yok oldular, o zaman övünçten yana bir tutma bizi babalarımızla.”
Diomedes sertçe baktı ve şöyle dedi, “Sakin ol dostum, sana söylüyorum. Agamemnon’un Akhaları hücuma teşvik etmesi yanlış değil zira şehri alırsak zafer onun olacak ve yenilirsek de utanç. Bu yüzden yiğitliğimizle kendimizi aklayalım.”
Böyle derken atladı arabasından ve zırhı öyle şiddetli çınladı ki üzerinde, cesur bir adam bile epey korkardı bundan.
Nasıl güçlü bir dalga gümbürderse kıyıda, batı yeli onu hiddetle kamçıladığı zaman -tepesi şahlanır uzakta da kıyıya yığılıverir sonra, sarp kayalar üstünde kavisli tepesini eğip yükseklerden tuzlu köpüklerini her yana sıçratır- sıra sıra dizilmiş Danaolar da kararlı bir biçimde savaşa doğru öyle ilerlediler. Her bir önder kendi adamına emir verdi, ancak adamlarından bir kelime çıkmadı, hiçbiri düşünmedi bile, zira ordu devasa olmasına rağmen sanki dilleri yok gibiydi, sessizce itaat ettiler ve yürüdükçe üzerlerindeki silahlar güneşte ışıl ışıl parladı. Ancak Truvalı birliklerin gürültüsü, zengin bir sürü sahibinin avlusunda meleyen binlerce koyunun gürültüsü gibiydi, zira tek bir söylemi ve dili yoktu bunların, aksine lisanları farklıydı ve değişik yerlerden gelmişlerdi. Kimini Ares, kimini Athena kışkırtıyordu; üç tanrı daha vardı onları kışkırtan: Korku, Bozgun bir de kızgın Kavga, insan öldüren Ares’in yoldaşı. Önce biraz doğrulur o, uzar, yükselir sonra, bakarsın ayakları yerde, başı da göktedir. İnsanları birbirine katan savaşı saldı yine ortalığa, yürüdü insanlara doğru ve sardı ortalığı iniltiler.
Karşılaştıklarında meydanda kalkanlar kalkanlara, mızraklar mızraklara vurdu savaşın şiddetinde. Kabartmalı kalkanlar birbirine çarptı, çok büyük bir uğultu vardı -ölen ve öldürenlerin ölüm ve zafer çığlıkları- dahası yeryüzü kırmızı kana bulandı. Nasıl yağmurla beraber gelirse sel, çılgınca derin kanallar boyunca ta ki kızgın sular bir boğaza gelene dek ve çoban da uzaklardan gelen gürültüyü yamaçtan duyarsa, işte karşı