“Efendim…” diye yanıtladı Helen, “Kocamın babası, gözümde aziz ve saygıdeğersin, keşke ölümü seçseydim, oğlunla buralara geleceğime, gelin odamdan, arkadaşlarımdan, sevgili kızım ve yoldaşlarımdan uzaklara. Ancak öyle olmadı, benim kısmetim gözyaşı ve acı. Senin soruna gelince, sorduğun yiğit iyi bir kral ve cesur bir savaşçı olan Atreusoğlu Agamemnon’dur, bir zamanlar kaynımdı benim.”
Yaşlı adam hayret içinde dedi ki: “Ne mutlu Atreus’un oğlu, güzel kısmetli evlat. Görüyorum ki sana tabi oldukça çok sayıda Akhalı var. Ben Phrygia’dayken çok atlı görmüştüm, Otreus ve Mygdon’un halkı Sakarya Nehri kıyılarında kamp kurmuşlardı.
Onların müttefiki olarak onlarlaydım, erkeklere denk Amazonlarla karşı karşıya geldiklerinde ama onlar bile Akhalar kadar çok değillerdi.”
İhtiyar sonra Odysseus’a baktı. “Söyle bana…” dedi, “Şu Agamemnon’dan bir baş kısa ama göğsü ve omuzları geniş olan adam kim? Silahı yerde duruyor ve safların önünde kol geziyor, sanki koyunları düzene sokan kocaman yünlü bir koç gibi.“
Helen de cevap verdi: “O Laertes’in oğlu Odysseus’tur, çok becerikli bir adamdır. Sarp İthake’de doğdu, kurnazlık ve ince hünerin her çeşidinde üstündür.”
Bunun üzerine Antenor dedi ki: “Çok doğru söyledin kadın. Odysseus bir kere buraya senin için elçi olarak gelmişti ve Menelaos da onunla birlikteydi. Onları kendi evimde ağırladım, bu sebeple ikisini de konuşmalarından bilirim. Orada toplanan Truvalıların huzurunda ayağa kalktıklarında, Menelaos daha geniş omuzluydu, ancak oturduklarında Odysseus’un daha asil bir duruşu vardı. Bir süre sonra mesajlarını dile getirdiler ve Menelaos’un konuşması akıcı bir biçimde oldu. Çok fazla bir şey söylemedi zira az ve öz konuşan bir adamdı ama çok açık ve net konuştu, ikisinin arasında genç olanı o olduğu hâlde. Odysseus ise konuşmaya kalktığında ilk başta sessizdi ve gözlerini yerden ayırmadı. Ne oynattı ne de zarifçe salladı asasını, öyle konuşmayı beceremeyen bir adam gibi dümdüz ve gergince durdu -onun sadece kaba bir adam veya aptal olduğunu sanabilirdiniz- ancak sesini yükselttiğinde ve kelimeler derin göğsünden yelin önündeki kar gibi çıktığında, ona dokunacak hiçbir adam yoktu artık ve kimse de neye benzediğini daha fazla önemsemedi.”
Priamos daha sonra Aias’ı gördü ve sordu: “Şu büyük ve heybetli savaşçı kimdir, başı ve omuzları diğer Argosluları aşan?”
“Bu…” diye yanıtladı Helen, “Koca Aias’tır, Akhaların kalesi. Onun yanında Giritlilerin arasında da tanrı gibi görünen İdomeneus duruyor, etrafını da Giritli önderler sarmış. Menelaos sık sık onu evimize misafir olarak aldı, Girit’ten bizi ziyarete geldiğinde. İsmini sayabileceğim pek çok diğer Akhalıyı da görüyorum, ancak ikisi var ki hiçbir yerde bulamıyorum, at eğiticisi Kastor ve güçlü dövüşçü Polydeukes. Onlar kendi annemin evlatları ve benim de öz kardeşlerim. Ya Lakedaimon’u hiç terk etmediler ya da gemilerini getirdikleri hâlde, onlara getirdiğim utanç ve ayıp yüzünden savaşta kendilerini göstermeyecekler.”
Bilmiyordu ki bu kahramanlar çoktan kendi toprakları Lakedaimon’da yerin altında yatıyordu.
Bu arada haberciler kutsal yemin adaklarını getiriyorlardı; iki koyun ve bir keçi tulumu içinde şarap, toprağın hediyesi. İdaios da karma kabını ve altın kâseleri getirdi. Priamos’a gidip dedi ki, “Laomedon’un oğlu, Truvalıların ve Akhaların uluları ovaya gitmeni ve kutsal andı vermeni rica ediyorlar. Paris ve Menelaos, Helen için teke tek dövüşecekler, sonuçta o ve serveti galip gelenle beraber gidecek. Barış için kutsal yemini etmemiz gerekiyor, böylece biz Truva’da kalırken, Akhalar Argos’a, Akhaların yurduna geri dönsün.”
Yaşlı adam bunu duyunca ürperdi, ancak yoldaşlarına atları arabaya koşmalarını söyledi ve onlar da hızlıca yerine getirdiler. Arabaya binip dizginleri ellerine aldı ve Antenor da yanına oturdu, sonra batı kapılarından ovaya doğru sürdüler. Truvalıların ve Akhaların saflarına geldiklerinde, arabadan inip ölçülü adımlarla iki ordunun ortasındaki alana ilerlediler.
Agamemnon ve Odysseus onlarla buluşmak için ayağa kalktı. Beraberindekiler yemin adaklarını getirdiler ve şarabı karma kabında karıştırdılar, önderlerin ellerine su döktüler ve Atreusoğlu kılıcının yanında duran bıçağı çekerek koyunların başından yün kesti. Hizmetkârlar Truvalı ve Akhalı ulular arasında bu yünü pay ettiler ve Atreusoğlu ellerini kaldırdı yukarı doğru, “Zeus Baba!” diye bağırdı, “İda’yı yöneten en şanlı hükümdar ve sen ey güneş, her şeyi gören ve duyan, toprak ve ırmaklar ve de siz yeraltındaki âlemlerde yeminlerini bozanları cezalandıranlar, bu anda tanık olup koruyun ki boşa gitmesin. Eğer Paris Menelaos’u öldürürse, bırakın Helen ve bütün servetini alsın, biz gemilerimizle eve doğru giderken. Ancak eğer Menelaos Paris’i öldürürse, Truvalılar Helen’i ve bütün varlığını geri versin, bir de Akhalara üzerinde anlaşılacak bir karşılık ödesinler ki bundan sonra doğacaklara ibret olsun. Eğer ki Paris öldüğünde Priamos ve oğulları bu karşılığı vermeyi reddederlerse ben de o zaman burada kalıp işi bitirinceye kadar dövüşeceğim.”
Konuşurken bıçağı ile kurbanların boğazlarını kesti ve soluklarını kesip ölmeye bıraktı toprağa, bıçak alıp götürürken güçlerini. Sonra karma kabından kâselere döktüler şarabı ve ebedî tanrılara dua ettiler, Truvalı ve Akhalılar birbirlerine şöyle diyerek, “En yüce ve ihtişamlı Zeus ve siz diğer ölümsüz tanrılar, yeminlerini ilk başta bozanların beyinleri -kendileri ve çocuklarının- bu şarap gibi yere aksın ve karıları da ele köle olsunlar.”
Böyle yakardılar, ancak Zeus onların dualarını şimdilik yerine getirmeyecekti. Sonra Dardanos’un torunu Priamos şöyle konuştu: “Dinleyin beni Truvalılar ve Akhalılar, şimdi ben rüzgârlı İlyon’a geri döneceğim. Oğlum ve Menelaos arasındaki dövüşü kendi gözlerimle görmeye dayanamam zira yalnızca Zeus ve diğer ölümsüzler bilir kimin öleceğini.”
Bunu söyledikten sonra, iki koyunu arabasına atarak koltuğuna yerleşti. Dizginleri eline aldı ve Antenor da yanına oturdu, sonra ikisi İlyon’a geri döndüler. Hektor ve Odysseus alanı ölçtüler ve kimin önce nişan alacağını bulmak için tunç miğferden kura çektiler. Bu arada, iki ordu ellerini havaya kaldırıp şöyle dua ettiler, “Zeus Baba, İda’yı yöneten en şanlı hükümdar, birbirimiz arasındaki bu kavgayı ilk getiren ölsün ve Hades’in evine girsin, diğerleri barış içinde olsun ve yeminlerimize sadık kalsın.”
Yüce Hektor başını yana çevirdi miğferi sallarken ve ilk Paris’in kurası dışarı fırladı. Sonra, güzel Helen’in kocası Paris güzel silahlarını kuşanırken diğerleri tek tek yerlerini aldılar, herkes kendi atının ve silahlarının durduğu yerin yanında. Önce iyi yapılmış baldır zırhlarını bacaklarına geçirdi ve gümüş kopçalarını bileklerine oturttu. Sonra kardeşi Lykaon’un zırhını giyindi ve kendi vücuduna tam oturdu. Gümüş kakmalı tunç kılıcını omuzlarına attı ve sonra da sağlam kalkanını. Güzel başına miğferini geçirdi, o iyi işlenmiş ve tepesinde tehditkâr bir şekilde sallanan at yelesinden tuğu bulunan miğferi. Eliyle de avucuna oturan heybetli mızrağını kavradı. Benzer şekilde Menelaos da kendi silahlarını kuşandı.
Silahları kuşandıktan sonra, her biri kendi adamları ile kuşatılmış olarak, korkunç