KUYUCAKLI YUSUF. Sabahattin Ali

Читать онлайн.
Название KUYUCAKLI YUSUF
Автор произведения Sabahattin Ali
Жанр
Серия
Издательство
Год выпуска 0
isbn 978-625-8035-60-5



Скачать книгу

Ne diyordum? Akşama doğru kalktı. Kübra’yı sordu. Bu vakte mektep kalmaz, ama bir bakayım dedim. Değirmenönü’ne kadar gittim. Yine mahalle kızlarıyla oyuna daldı ise babasından dayak yer, diye içim titriyordu. Baktım, Değirmenönü’nde yok. Rukiye Molla’nın evine kadar uzandım, hani mektep orasıydı da… Orada da yok: ‘Şimdi çıktı, eve gitti!’ dediler. Rukiye Molla’ya un eleyivermiş de geç kalmış. Pek de bilirdi kızcağızım böyle şeyleri. Şimdi her şeyleri bıraktı. Vah benim kara bahtlı kızım! Vah benim…”

      Kadın, bir gözyaşı selinde boğulur gibi ağlayıp dövünmeye başladı. Kübra, başını kaldırarak anasına baktı, fakat bir şey söylemeden ve en küçük bir harekette bile bulunmadan başını tekrar yorganların arasına soktu. Bu sefer de onu teskine filan çalışmayarak susmasını bekledi. Kadın, biraz sonra gözlerini kolunun yenine silerek tekrar anlatmaya başladı. İlk zamanlarda sözlerini hıçkırıklar kesiyor ve bir şey anlaşılmıyordu.

      “Eve döndüğümde bir de ne göreyim? Kübra kapının dışında oturmuş, ‘Baba! Baba!’ diye ağlar… Ah, dedim, Seyit Efe dövdü çocukcağızı yine! ‘Kızım, ne diye ağlıyorsun?’ dedim. ‘Ben babamı isterim!’ dedi. Şaşırdım kaldım. Evin içine girdim, baktım Seyit Efe yok, Kübra’ya sordum, kız ağlamaktan iki yana bakacak halde değil. Biraz susunca anlattı: Eve gelince babası kucağına almış, dört bir yanından kızı şapır şapır öpmeye başlamış; kız, babasının yüzüne bakınca korkmuş: ‘Baba, hasta mısın? Neyin var? Ne diye ağlarsın?’ demiş. Ya, koca adam çocuk gibi ağlarmış. Ben hâlbuki karısı oldum olalı gözünden yaş geldiğini görmemiştim. Seyit Efe kızını bir daha, bir daha bağrına basmış, sonra dolaklarını sarmış, duvardan martinini almış, gözlerini çevresine kurulayıp yürümüş gitmiş. Bir baktım kızın göğsü bağrı açık: ‘Ne oldu?’ dedim. ‘Babam giderken boynumdan muskamı aldı, kendi boynuna taktı!’ dedi. Ağlamaktan katılıyordu zavallı. ‘Aman kızım, ne diye ağlarsın? Takibe gitmiştir, muska da ona uğur getirir de çabuk döner inşallah!’ dedim, ama benim gözlerimden de yaş seller gibi akıyordu. Kız: ‘O gelmez artık!’ dedi. ‘Nereden biliyorsun?’ dedim. ‘Gidişinden belliydi!’ dedi. Sahiden de o gün bugündür Seyit Efe’nin yüzünü görmedim. Daha ertesi günü evi gelip aradılar. Sordum, sordum bir şey diyivermediler. Gittim, o zamanlar sakallı bir kaymakam vardı, ona çıktım. Kim olduğumu söyleyince acırmış gibi yüzüme baktı: ‘Hatun, kocanı biz de arıyoruz. Kaşık-kıran dedikleri Hayriye’yi almış, kaçmış, ama kabahat sende: Kocanı zapt etmesini bilememişsin… Artık, ondan sana hayır gelmez. Başının çaresine bak!’dedi.”

      Kadın uzun müddet durdu, kızına baktı, tekrar başladı.

      “Bu olmasa hiçbir şeyi tasa etmezdim, lâkin babası gidince kızcağızım elime bakar oldu. O zamana kadar da bolluk içinde değildik, ama şükür Allah’a, darlık da görmemiştik. Seyit Efeciğim gideceği güne kadar bir şeyimizi eksik etmemişti. Gittikten sonra bile on beş gün evimizdeki bulgurumuz, yağımızla geçindik. On beş gün sonra kapta kaçakta ne varsa tükendi. İki gün, üç gün aç oturduk. Kızcağızım sesini çıkarmazdı, ama onun bu sessizliği, bu melilliği benim yüreğime büsbütün dokunurdu. Bir sabah: ‘Anne!’ dedi, ‘Başım dönüyor, yataktan kalkamayacağım…’ evlatcağızım açım, dermanım yok demiyordu da başım dönüyor diyordu. O zaman aklım başımdan gider oldu. ‘Eyvah!’ dedim, ‘Kızım gözümün önünde ölüp gidecek… Sen daha ne duruyorsun, a karı!’ dedim; evladın mum gibi sönüp gidiyor da sen daha ne duruyorsun? Hemen kıvrağımı sırtıma aldım, sokağa fırladım. Bizim komşu pabuççu Yunus Ağa olanı biteni haber almış, bize gelirmiş. Yolda rastladım; adam yüzüme bir baktı, her şeyi anladı. Kolumdan tutup: ‘Aman kızım!’ dedi, ‘Dünya bu, beterin beteri var. Kendini topla da akıllı uslu çalış. Maşallah elin kolun tutuyor, hem kendini hem kızını Allah’ın izniyle namerde muhtaç etme!’ Adamcağız nurlu yüzlü bir ihtiyardı. Bana her zaman nasihat verir, yol gösterirdi. Bu sefer de onu önüme Allah çıkarmıştı. ‘Yunus Ağa,’ dedim, ‘Nerede çalışayım, ben burada garibim, kimseyi tanıyıp bilmem, kim bana iş verir?’ Azıcık düşündü. ‘Bizim ihtiyar bir şeyler diyordu, fabrikacı Hilmi Beyler bir kadın mı ararlarmış neymiş, gel bir eve kadar gidelim!’ dedi. Yürüdük. Evlerine vardık. Sahiden dediği gibiymiş. Hilmi Beyler orta hizmetine bakacak bir kadın ararlarmış. Yunus Ağa’nın karısı hemen kıvrağını giydi, beni yanına aldı, beraber gittik. Hilmi Bey’in hanımı şişman, her yanı incili, elmaslı bir hanımdı, Yunus Ağa’nınki başımdan geçenleri anlattı. Meğer öbürleri de bu işi duymuşlarmış. Hanım: ‘Erkek kısmına inan olur mu hiç?’ dedi. ‘Sen şimdi çalış da kendi elinin emeğiyle yaşa. Burada kocanın evinden daha çok rahat edersin!’ Hanım biraz kibirliceydi, ama iyi kalpliye benziyordu. Bana kalsa, kocacığımın evi olsaydı da daha az rahat olsaydı, ama ne yaparsın? El evinde çalışmak ne kadar güç gelse de kızımın hatırı için yapacaktım… Neyse uzatmayalım, hemen ertesi günü Hilmi Beylere taşındık. Kübra ile bana küçük bir oda verdiler. Ne yalan söyleyeyim, iş biraz ağırcaydı, ama karnımız tok, sırtımız pekti. Ne de olsa insan yavaş yavaş alışıyordu. Kendi kendime: ‘Şurada gayretle çalışıp kendimi efendilere beğendirirsem ömrümün sonuna kadar otururum. Kızcağızımı da namuslu bir esnafa verirsem içim büsbütün rahat eder. Kim bilir, damat belki çok hayırlı çıkar da beni de yanına alır, ben de el evinde çalışacağıma, kızımla damadıma saçımı süpürge ederim; onların çocuklarına bakarım!’ dedim. Artık, bütün ümidim Kübra’daydı.”

      Kadın, kendini tutmak için çok çalıştı, fakat gözyaşları ondan daha kuvvetli çıktılar ve o, bu sefer sessiz sessiz, yaşlarının yarısını içine akıtarak ağladı. Tam bu sırada hiç beklenilmeyen bir şey oldu ve kadının hikâyesini yarım bıraktırdı. Dışarıda yağmur damlalarının boğuk sesi arasında bir ayak tıpırtısı peyda oldu, kapıya yaklaştı ve hızlı hızlı vurdu. Kadın, birdenbire sapsarı olarak yerinden fırladı; kapıya gidip sordu:

      “Kim o?”

      “Aç, aç, benim!”

      Yusuf, derhâl Hacı Etem’in sesini tanıdı.

      “Açsana be!”

      Kadın, yavaşça kapıyı açtı. Dışarıda, yağmur sularının altında, sırtında gocuğuyla Hacı Etem göründü. İçeriye doğru bir adım attı, fakat Yusuf’u görür görmez derhâl geriledi. Herhâlde bu vakitte burada göreceğini ümit etmiyordu, fakat kendini çabuk topladı.

      Gülerek: “Akşamlar hayır olsun, Yusuf Efe!” dedi, sonra ona başka bir nazar bile atmadan kadını yanına çekerek bir şeyler söylemek istedi. Daha ağzından birkaç kelime çıkmamıştı ki kadının yüzü değişti. Ellerini yumruk yapıp ona doğru uzatarak bağırmaya başladı: “Daha ne istiyorsunuz benden? Ha? Daha benden ne istiyorsunuz? Hacı Etem, söyle bakayım ne diye geldin buraya? Haber almaya geldin değil mi? İşler nasıl gidiyor, yolunda gidiyor mu diye haber almaya geldin! İşler hiç yolunda değil Hacı Etem! Dolapları iyi çeviremedik. Belayı bu delikanlının başına sardıramadık. Ne yapalım, daha sizin kadar kansız olamamışız. Daha bu işlerin acemisiyiz. Öyle öldürecek gibi ne yüzüme bakıyorsun? Yok, bana kızma! Benim hiç kabahatim yok. Ben belki işi sonuna kadar götürürdüm, fakat şu kızı görüyor musun? O dayanamadı. O kahpeliği bu kadar ileri götüremedi. Her şeyleri meydana vurdu. Kızım beni utandırdı. Anasına ders verdi. Allah beni affetsin. Bu masum kızcağız, (siz ne derseniz deyin, o masumdur, onun yüreği masumdur, yüreciği temizdir) ya, bu kızcağız bana ne büyük günaha girdiğimi anlatıverdi. Bak, ağlamaktan boğulacak. Beğeniyor musunuz yaptığınızı? Allah bunu yanınıza bırakır mı sanıyordunuz? Bu çocuğun ahı sizi iflah eder mi? Bak, Hacı Etem, bak! Yüreğin ezilmez mi senin bunları