KUYUCAKLI YUSUF. Sabahattin Ali

Читать онлайн.
Название KUYUCAKLI YUSUF
Автор произведения Sabahattin Ali
Жанр
Серия
Издательство
Год выпуска 0
isbn 978-625-8035-60-5



Скачать книгу

bir işaret yaparak bu kadınla kızın kim olduklarını sormak istiyordu, fakat Yusuf bir şey söylememekte ısrar ediyor ve kendisine çok sorulduğu zaman başını yorgun bir tavırla duvara doğru çeviriyordu. Kübra ile annesi evde tabii birer hizmetçi oluvermişler, diğerlerini kendilerine bu gözle bakmaya alıştırmışlardı. Bunun için herkesin merakını fazla gıcıklamıyorlardı, ama şehirde bu meselenin duyulduğu ve birçok rivayetlere meydan verdiği muhakkaktı. Hilmi Bey ile Şakir’in bu Kübra meselesinden biraz fazla telaşa düştükleri, hatta hiç tetiğini bozmayan Hacı Etem’in bile bugünlerde suratı asık olduğu söyleniyordu.

      Yusuf’un Kübraların evinde yaralandığı da gizli kalamamıştı. Buna da bin türlü mana verenler vardı. Salâhattin Bey de hariçten kulağına gelen bu havadislerle yetinmeye mecbur oluyordu. Kendi evinde olan biten işler hakkında dışarıdan duyduklarıyla kanaat etmek, adamcağıza güç geliyordu, ama Yusuf’tu bu, işlerine pek akıl ermezdi… Fakat böyle şuradan buradan duyduğu rivayetlerle asla yetinmeyen birisi vardı: Muazzez!

      Muazzez, her şeyin aslını öğrenmek istiyor, fakat biraz olsun iyileşmeden Yusuf’a sormaya cesaret edemiyordu. Kadın, vakayı pek kısa anlatmıştı: “Kızım hastaydı, Yusuf Ağamız pirinçle yağ aldı, hatır sormaya geldi. Sağ olsun, zaten pek merhametlidir. Tam çıkıp giderken karanlıkta birisi fırlayıp bir bıçak soktu; herhâlde herif, Yusuf Ağa’yı benzetti. Yoksa ne geçmişi olacak ki?..”

      Muazzez, sordu: “O gece Kübra hasta mıydı?”

      “Ya, yatakta yatardı!..”

      “Peki, Yusuf vurulunca ikiniz de onunla birlikte geldiniz, hasta kız yağmurda sokaklarda dolaştı da bir şey olmadı mı?”

      “Ah kızcağızım, biz alışkınız böyle şeylere; az mihnet mi çektik? Kızımızın korkudan bir şeycikleri kalmayıverdi. Yusuf Ağasını pek severdi.” Fakat bu laflar Muazzez’i tatmin etmekten uzaktı.

      Nihayet daha fazla dayanamadı. Bir gün Yusuf’un yattığı odaya gitti, yatağının kenarına oturdu ve sordu: “Yusuf ağabey, söyle bakayım artık; bütün bu işler ne demek oluyor? Sonra kim bu kız? Bu Kübra?”

      Burada hiç sebepsiz yüzü kızardı ve önüne baktı. Yusuf: “O da bir Allah’ın garibi, Muazzez,” dedi. “O da çok çekmiş, yüzüne bir baksana!”

      Muazzez, çocukça bir konuşkanlıkla atıldı: “Biliyorum Yusuf ağabey, fakat tuhaf bir hali var. Yaşı benden küçük olduğu halde beraber olduğumuz zamanlar bir çekingenlik, ne diyeyim, bir üzüntü duyuyorum. Hem görsen, beni ne kadar seviyor. Bazen durup dururken koşup boynuma sarılıyor, yanaklarımı filan öpüyor. Seni de çok seviyor herhalde? Birkaç kere senin odanın kapısında içeriyi dinlerken gördüm. Beni görünce ayıp bir şey yapmış gibi önüne bakarak hemen aşağı indi; fakat dedim ya, bir türlü ona yakınlaşamıyorum. İstesem bile yapamıyorum. Ne acayip şey değil mi?”

      Yusuf, cevap vermedi. Yorganın üzerinde uzanan eliyle oynamakta olan Muazzez’e dalgın dalgın bakıyordu. Ona daha fazla bir şey söylenemeyeceğini anlayan Muazzez, başka bir şey söylemek ister gibi bir hareket yaptı, fakat cesaret edemeyerek durdu. Nihayet, biraz daha tereddüt ettikten sonra sabredemedi: “Biliyor musun, Yusuf ağabey,” dedi, “Beni istediler!” Bu sözü o kadar açık ve kısa olarak nasıl söylediğine kendisi de şaşıyormuş gibi gözlerini açarak Yusuf’un yüzüne baktı.

      Öteki, derhâl yatakta doğrulmuştu, sordu: “Kim?”

      “Hilmi Bey’in oğlu Şakir için istediler. Annesi geldi… Benden güya saklıyorlar, ama şehirde bilmeyen de yok…”

      “Babam ne demiş?”

      “Babamın pek gönlü yok. Yalnız, annem istiyor galiba! İki günde bir ya annem onlarda ya onlar bizde. Hilmi Beylere pek zengin diyorlar. Anneme de daha şimdiden hediyeler filan vermeye başladılar. Sonra…”

      Sağ elini Yusuf’a doğru uzattı. Kolunda çok ince işlemeli iki altın bilezik vardı.

      “Bunları da Şakir Bey’in annesi bana verdi!”

      Yusuf, kıpkırmızı kesildi. Muazzez’i elinden tutup bağırtacak kadar sıkarak sordu:

      “Desene iş bu kadar ilerledi ha? Demek sana şimdiden gelin gözüyle bakıp bilezikler filan veriyorlar! Allah versin, senin de canına minnettir. Zengin diye ağzının suyu akıyor, baksana!”

      Muazzez, bu sözleri hiç beklemiyormuş gibi kıpkırmızı olarak ayağa kalktı. Gözleri yaşarmış gibiydi. Dudakları titreyerek birkaç kere: “Yusuf ağabey!” dedi. Sonra bileğinden altın bilezikleri şiddetle çıkararak yorganın üstüne attı.

      Yusuf, elinin yanına düşen bu iki halkayı parmaklarının arasında ezdi, büktü, sonra ufak bir külçe halinde odanın bir köşesine fırlattı. Muazzez, bu sefer adamakıllı ağlayarak yatağın bir kenarına oturmuştu. Yusuf, onu ellerinden tutarak yavaşça kendine çekti; ağzını onun saçlarına yaklaştırarak kulağına: “Sana çok daha iyi kocalar bulunur Muazzez. Ne yapacaksın elin serserisini?” dedi. “Sırası mı böyle şeylerin şimdi? Hem sen o Şakir Bey’in ne mal olduğunu bilmezsin. Böyle bir adam için ağlanır mı?”

      Muazzez, başını hızla çekti. Gözlerindeki yaşlar kurumuştu. Anlamak istemeyen bir ifade ile hiçbir şey söylemeden Yusuf’un yüzüne baktı. Bu bakışlarda hem hayret hem sitem hem de biraz dargınlık vardı.

      Yusuf devam etti: “Kızım, sen de gençsin, tabii akranlarını görünce senin de için çekecek. Hele böyle Şakir gibi hovardaları kadın kısmı nedense pek beğenir, sonunda da başını taştan taşa vurur. Sen de böyle çocuk gibi düşünme de biraz ağırbaşlı ol. Hayırlı bir kısmet çıksın hele! Seni evde koyacak değiller ya, elbet birisine verecekler. Anan olacak karı seni ne diye ikide birde Hilmi Beylere götürür ki? Çocuk değil misin, elbet evin şatafatı gözünü alacak. Neyse, sen akıllı kızsın, bu kadar sabırsız olma!”

      Yusuf, daha fazla söyleyemedi. Muazzez’in yüzü onu korkuttu ve şaşırttı. Genç kızın iri gözlerinin içi ateş gibi yanıyor, dudaklarının kenarı tokat yemiş gibi titriyordu. Ağlayamayacak kadar çok ıstırap çektiği, şiddetli bir buhran geçirmek üzere olduğu görülüyordu, fakat böyle bir şey olmadı. Muazzez, yavaşça yatağın kenarından kalktı, ağır ağır, başı önde dışarı çıktı ve Yusuf, hiçbir şey anlamadan arkasından bakakaldı.

      15

      Şakir, bayram günü Yusuf’la kavga ettikten sonra sarhoşlukla: “O kızı, karı diye alıp evime götürmezsem, anam avradım olsun. Şakir’in kim olduğunu belletmek o yabancının Yusuf’una!” diye yemin etmişti.

      Bu sözleri Şakir’in her zamanki sarhoşluk palavraları zannedenler yanıldılar. Her yerde ve daima hükmünü yürütmeye alışmış olan bu şımarık delikanlı, herkesin içinde yediği yumruğun acısını bir türlü unutamıyor ve ancak Muazzez’i almakla Yusuf’a tam bir karşılıkta bulunabileceğini zannediyordu. O zaman Yusuf’a dönüp: “Bu muydu benden sakladığın kız? İşte onu evime avrat diye götürüyorum!” diyecekti ve başka bir şey istemiyordu. Babası evvela bunu dinlemek bile istemedi. Oğluna bir memur kızı almayı, (bu memur kim olursa olsun) aklından bile geçiremezdi, fakat Şakir’le bir odaya kapanarak yaptıkları uzun bir münakaşadan sonra razı oldu. Nedense bu baba-oğul birbirlerinin sözünden çıkamıyorlardı, hatta Hilmi Bey’in oğluna karşı biraz da çekingence bir hali vardı. Çok kere şiddetle muhalif olduğu şeyleri böyle bir hususi ve gizli münakaşadan sonra kabul ederdi. Sonra bu meselede pek fazla ısrarı da lüzumlu bulmadı. Bir kaymakam, bazen zengin bir eşraf kızından daha çok işe yarayabilirdi ve ihtimal, Şakir konuştukları zaman babasına bu izdivacın aynı zamanda lüzumlu olduğunu da ispat ederek onu kandırmıştı. Fakat ikisi