Название | Hayatın Mucizeleri-Ormanın Üzerindeki Yıldız-Zıt İkizler |
---|---|
Автор произведения | Стефан Цвейг |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 978-605-72611-8-2 |
Yanılmıştı. Genç ustanın çizdiği Meryem resmindeki kız değildi bu. Ama bu yüzden kaldırdığı eli ürkerek inmedi. Zira baktığı bu şey de bir mucize gibiydi ve bağışlanmış bir saatte, parlak bir ışıkta görünen ilahi bir görüntüden çok daha sevimli, yumuşak ve insaniydi. Pencerenin parlayan pervazına dayanmış olan, düşünceli bu kızla, sunağın üzerindeki resimdeki kız arasında çok uzaktan ve çok az benzerlik vardı: Bu kızın yüzünü de siyah bukleler çevreliyor ve gizemli ve olağanüstü bir solgunlukla parlıyordu ama bu kızın yüz çizgileri daha sert, daha keskin, neredeyse öfkeli gibiydi, ağzının etrafında ağlamaklı ve inatçı bir öfkenin izleri vardı ve bunları eski ve derin bir üzüntünün sebep olduğu hülyalı gözlerindeki dalgın ifade bile hafifletemiyordu.
Zorla dizginlediği bu huzursuzluğunda çocuksu bir kötü niyetle, irsî ve derinlerdeki bir acı birlikte parlıyordu. O sakinliğinin içindeki sessizliği her an patlak verecek öfkeli, hiçbir yumuşak hayalin akıl edemeyeceği olağanüstü ve maceracı bir harekete dönüşecek gibiydi ve ressam, kızın gergin yüz hatlarında bu çocuğun içinde, hayal ettiklerini yaşayan, özlemleriyle tutuşan, ruhlarının sevdiği şeylere tüm benlikleriyle bağlanan ancak onlardan zorla ayrıldıklarında ise ölen o kadınlardan birinin oluşmaya başladığını hissediyordu. Ancak onu kızın yüzündeki tüm bu değişiklikten ve yabancılıktan daha çok kızın başının arkasındaki pencerede güneş ışığının yansıyarak siyah çeliktenmiş gibi görünen buklelerinin üzerinde bir hale gibi parlatan doğanın mucizevi oyunuydu. Ve bu oyunda eserini layığıyla ve memnun edici bir biçimde bitirebilmesi için kendisine yol gösterenin Tanrı’nın eli olduğunu belirgin bir şekilde hissediyordu.
El arabasıyla geçen bir adam, caddenin ortasında bakarken dalıp gitmiş ressama sert bir şekilde çarptı. “Tanrı aşkına! Dikkat edemez misiniz? Yoksa güzel Yahudi kız sizin gibi yaşlı bir adama çarptı da utanmadan yolu kapatmış onu mu seyrediyorsunuz?”
Ressam korkarak sıçradı ama bu kötü giyimli, saygısız adamın verdiği mesaja dikkat ettiğinden kaba ses tonuna aldırmadı. Ve çok şaşırmış bir hâlde sordu:
“O bir Yahudi mi?”
“Bilmiyorum, öyle söylüyorlar. Ancak bu insanların kızı değil, onu ya bir yerde bulmuşlar ya da birinden almışlar. Beni ilgilendirmiyor, hiç merak etmedim, etmeyeceğim de. Ne olduğunu bilmek istiyorsanız ustanın kendisine sorun, onu nereden bulduğunu benden daha iyi bilir.”
Adamın yönlendirdiği “usta”, kumarbazların ve denizcilerin, askerlerin ve aylakların oraya yerleşip çok nadir dışarı çıktıkları için hayatın ve gürültünün eksik olmadığı bunaltıcı, dumanlı meyhanelerden birinin sahibiydi. Geniş bedeni, şişmiş ama iyi niyetli yüzüyle dar kapıda davetkâr bir tabela gibi duruyordu. Ressam hiç düşünmeden ona yaklaştı. Meyhaneye beraber girdiler; ressam köşede kirli masalardan birine oturdu, biraz huzursuz ve heyecanlıydı, meyhaneci ısmarladığı içeceği getirdiğinde biraz yanına oturmasını rica etti. Yan masadaki biraz sarhoş olmuş, kendi kendilerine söylenen denizcilerin dikkatini çekmemek için alçak sesle ne istediğini söyledi. Çabuk çabuk ama coşkulu sözlerle kendisine görünen mucizeden söz etti ve kendisini şaşkınlıkla dinleyen ve şarabın zayıflattığı kavrama gücünü zorlayarak ressamın anlattıklarını takip etmeye çalışan meyhaneciden kızının kendisine Meryem Ana resmi için modellik yapmasına izin vermesini rica etti. İzin verdiği takdirde babanın da bu kutsal işte bir katkısının olacağını söylemeyi unutmadı ve birkaç defa da bu hizmetin karşılığını nakit olarak ödeyeceğini tekrarladı.
Meyhaneci hemen cevap vermedi fakat kalın parmağıyla sürekli geniş, kabarık burun deliklerini karıştırdı. Nihayet konuşmaya başladı:
“Benim kötü bir Hristiyan olduğumu zannetmeyin, Tanrı korusun ama bu iş sizin düşündüğünüz gibi basit değil. Zira o kızın babası ben olsaydım ve çocuğuma git, sana emrettiğim gibi yap diyebilseydim sizinle hemen anlaşırdım. Ancak bu çocukla durum başka… Tanrı aşkına, orada ne oluyor!”
Yerinden fırladı, öfkelenmişti çünkü konuşurken rahatsız edilmekten hoşlanmazdı. Başka bir masada birisi boş kupayla sıraya vuruyor ve yeniden doldurulmasını istiyordu. Meyhaneci herifin elinden kupayı hışımla aldı ve küfür etmemek için kendisini zor tutarak yeniden doldurdu. O sırada bir bardak ve bir şişe alıp misafirinin masasına geldi ve iki bardağı da doldurdu. Bir dikişte kendisininkini bitirdi ve kendine ancak gelmiş gibi bakımsız bıyığını düzeltti ve anlatmaya başladı:
“Bu Yahudi kızı nasıl bulduğumu anlatayım size. Ben askerdim, İtalya’nın aşağılarında, sonra Almanya’da. Kötü bir işti, ne bugün ne de o zamanlar daha kötüsü olamazdı. Bitirmiştim ve Almanya üzerinden evime gitmek ve onurlu bir zanaatla uğraşmak istiyordum çünkü pek bir şeyim kalmamıştı; ganimet çok çabuk akıp gidiyordu ve ben hiçbir zaman tutumlu bir insan olmamıştım. Almanya’da bir şehre geldim ve tam da geldiğim o akşam orada büyük bir patırtı koptu. Nedenini tam olarak hatırlamıyorum artık ama halk Yahudilere saldırmak için toplanmıştı, ben de hem bir şeyler ele geçirebilirim umuduyla hem de neler olacağını merak ettiğim için onlarla gittim. Çılgıncaydı, insanlar saldırıyor, öldürüyor, çalıyor, ırza geçiyordu ve herifler zevkten ve şehvetten çığlıklar atıyordu. Bir süre sonra bıktım ve kalabalıktan ayrıldım, onurlu savaş kılıcımı kadın kanıyla lekelemek ve fahişelerle ganimet kavgası yapmak istemedim.
Eve gitmek için girdiğim yan sokakta uzun titrek sakallı ve şaşkın yüzlü yaşlı bir Yahudi, kucağında korkarak uykudan uyanmış bir çocukla, bir sürü anlaşılmaz şeyler söyleyerek bana doğru koştu. Onun Yahudi Almancasından anladığım tek şey ikisini kurtarırsam bana çok para vereceğiydi. Korku dolu kocaman gözlerini bana dikmiş çocuğa çok acıdım, kötü bir pazarlık sayılmazdı bu yüzden paltomu üzerlerine örttüm ve onları kaldığım yere götürdüm. Sokaklarda birkaç kişi durdu ve yaşlı adamın üzerine yürümeyi düşündüler ama ben parlak kılıcımı gösterince ikisini de rahat bıraktılar. Onları bana götürdüm ve ihtiyar adam dizlerinin üzerine çöküp bana yalvardığı için aynı akşam yangın ve cinayetlerin gecenin geç saatlerine kadar sürdüğü şehirden ayrıldık. Çok uzaklaştığımızda bile hâlâ alevleri görüyorduk, yaşlı adam çaresizlik içinde onlara bakıyor, çocuk sakin sakin uyumaya devam ediyordu. Üçümüz çok uzun zaman beraber kalmadık. İhtiyar birkaç gün sonra ağır hastalandı ve yolda öldü. Öncesinde bana yanına aldığı parayı verdi ve garip harflerle yazılmış bir mektubu, ismini söylediği ve Antwerpen’de yaşayan bir emlakçıya vermemi söyledi. Ölürken torununu bana emanet etti. Buraya geldim ve garip harflerle yazılmış mektubu verdim. Emlakçı bana büyük miktarda, beklediğimden çok daha fazla para verdi. Buna çok memnun olmuştum çünkü bu sayede oradan oraya dolaşmayacaktım, bu evi ve bu meyhaneyi satın aldım ve bir süre sonra korkunç savaş yıllarını unuttum. Çocuğu yanımda tuttum. Ona acıyordum, sonra bir de büyüdüğünde benim gibi müzmin bir bekârın ev işlerini yapacağını ummuştum. Ama öyle olmadı. Onun bütün günleri demin sizinde gördüğünüz gibi geçer. Pencereden havaya bakar, kimseyle konuşmaz, sadece ürkek cevaplar verir ve o anda da birisi ona vuracakmış gibi siner. Erkeklerle hiç konuşmaz. Önceleri burada meyhanede bana yardım edeceğini, karşıdaki meyhanecinin kızının yaptığı gibi müşteri çekeceğini, onlarla şakalaşacağını, bardakları peş peşe yuvarlamaları için coşturacağını düşünmüştüm. Ama o aşırı hassas. Birisi ona dokunduğunda çığlık atıyor ve fırtına gibi kapıdan dışarıya kaçıyor. Sonra onu aradığımda bir köşede büzülmüş ve öyle ağlarken buluyorum ki kim olsa yüreği parçalanır; kim bilir neler,