Название | İstanbul'un tarihi, kültürü ve yaşamı |
---|---|
Автор произведения | Richard Tillinghast |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 978-625-8068-86-3 |
Yukarı doğru baktığımızda duvarların aynı Ayasofya’da olduğu gibi sade, damarlı mermerle giydirildiğini görüyoruz. Bu duvar panolarının üzerinde mermer sütunlarla desteklenen kemerli bir tavan yükseliyor. Odanın ihtişamı, duvar boyunca tavana kadar yükselen mozaiklerin ve bunaltıcı Sicilya akşamüstlerinde gözümüzü dinlendiren portakal ağaçları ve palmiyelerin biçimli görünümleriyle yeşilliklere karşı altın gibi ışık saçarak parıldamasından kaynaklanıyor. Tonozları bölen kemerlerin üzerinde gergin ifadeleriyle yüz yüze bakan sentorlar4, çalımla yürüyen leoparlar ve tavus kuşları, aslan kabartmaları, arma stilinde poz veren griffonlar yer alıyor. Şatafatlı ama derli toplu bu oda, altın mozaiklerin ihtişamına karşı sade renkteki mermerler ve gösterişsiz boyanmış kapılarıyla görkemli bir hava taşıyor. Eğer böyle bir zenginlikle dekore edilmiş bu özel odaları gözümüzde canlandırabilirsek, o zaman Büyük Bizans Sarayı’nın nasıl göründüğünü hayal etmemiz de mümkün olur.
Osmanlılar, imparatorluktaki milletlerin ya da etnik toplulukların kendi aralarındaki ilişkileri düzenlemelerine ve inançlarını özerk bir biçimde tatbik etmelerine olanak verecek bir politika benimsedikleri için kiliseler, imparatorluk sarayları ve zenginlerin malikânelerinden daha uzun süre varlıklarını sürdürme şansına sahip oldu. Sıkça rastlandığı üzere kiliseler camiye dönüştürüldüğünde bile binaların kötü ve tahrip edici hava şartlarından korunmak üzere yapılmış dayanıklı çatıları sapasağlam kalmıştır. Hemen hemen bütün Türklerin bir kiliseyi camiye dönüştürürken tek yaptıkları, ezan için bir minare inşa etmek ve caminin içine cuma namazı sırasında vaaz için kullanılan bir minberle İslam inancına göre Mekke’nin olduğu yöne bakan bir mihrap yerleştirmektir.
Yine gözüme çarpan camiye dönüştürülmüş başka bir kilise İstanbul’daki Myrelaion Kilisesi, yani Bodrum Camisi’dir. Bu camiyi sisli bir sonbahar akşamında Laleli Camisi’nden çok da uzakta olmayan Divan Yolu’nun Marmara’ya bakan tarafındaki giysi satılan dükkânların bulunduğu sokaklarda bulmaya çalışmak pek de kolay olmadı. Ama görür görmez içimden “Bu bir cami değil bir kilise!” diye haykırdım. Tıpkı diğer Ortodoks kiliselerinde olduğu gibi dış cephesi sade tuğlayla örülmüş, Küçük Mustafa Paşa semtindeki Gül Camisi gibi yüksek ve heybetli bir görünümü vardı. İç kısımları tamamen değiştirilmiş, mozaikleri sökülmüş, tahrip edilmiş ya da sıvayla kapanmış olsa da bu yapıların ayakta kalması, Britanya adalarında 8. Henry yönetimindeki Roma Katolik manastırlarının tasfiye edilmesinden hemen sonra manastır ve çatısız mabetlerin yalnızca güzel görüntülü kalıntılara dönüşmeye terk edilmesiyle yalın bir tezat içermekteydi.
Bizans sanatının kökleri MÖ ilk bin yılın erken döneminde Doğu Akdeniz’e özgü farklı izlerin bir araya gelmesi ve kaynaşmasına dayanır. Bir açıdan Roma İmparatorluğu’nun sanatı “huşu vermek için tasarlanan kudretin sanatı” olmaya devam etti. Göz kamaştırma ve etkileme becerisi, öznelerini görsel gerçeklik gerektiren bir yaklaşımla değil, resmedilen şeyin psikolojik ve ruhani anlamını ileten bir bakışla tasvir eden İran ve Suriye gibi Ortadoğu geleneklerinden gelen unsurların sahiplenilmesiyle önemli ölçüde geliştirilmiştir. Bu sanat her daim vurgulamaya, abartmaya ve soyutlamaya yatkındır. Bizans sanatı ve kültürü Akdeniz ve Ortadoğu’nun her tarafında muazzam bir saygınlığa sahipti. Persler, yeni inşa ettikleri saray için Bizans elçisinin “üst tarafı kuşlar, alt tarafı da fareler için” demesi üzerine tüm binayı yerle bir etti.
4. yüzyıldan itibaren Roma İmparatorluğu, kilise ve devletin eşit güçlere sahip olduğu bir Hıristiyanlık oluşumu haline geldi. Kilise, devletin hukuk sistemine onay verdiği için zenginlik ve güç elde etti, devlet de ilahi hakları gözeterek yönettiği için kiliseden bir nevi icazet aldı. Cyril Mango Bizans sanatını şu ifadelerle özetler:
Erken dönem Hıristiyan sanatı, gösteriş meraklısı olmaya meyilli ve klasik standartlara göre değerlendirildiğinde rakipsizken Bizans sanatı farkındalık yaratan ruhaniliğini ve zarafetini eski geleneklere aşıladı. Sınırsız bir soyutlamaya düşmeden doğalcılıktan vazgeçti ve daima giysili insan figürü anlayışını muhafaza etti.
Işıltılı çokrenklilik geleneğini devraldı; sonrasında onu harikulade bir zenginlik ve uyum paletine dönüştürdü ve Venediklilere devretti.
Bu sanat geometrik saflığı yüzünden hoşa gitmektedir: İsa’nın, Meryem Ana’mızın veya savaşçı bir azizin başını çevreleyen kusursuz halka şeklindeki hale, bir azizin tuttuğu kalkanı çevreleyen desenli kenar süsü, mücevherleri ve diğer aksesuarlarıyla beraber imparator, imparatoriçe ve saraylıların örtündüğü kumaşların zenginliği… Bu sanatta tasvir edilen figürlerle ilgili belki de en çarpıcı unsur bakışlarıdır. Bizans mozaiklerinde resmedilen gözler ardına kadar açık, gerçekte olabileceğinden biraz daha büyük ve sanki doğrudan bize bakıyorlarmış gibi. Bu sanat eserlerini yalnızca biz görmüyoruz, onlar da bizi görüyorlar.
Ağırlıklı olarak desen ve tasarıma ilgi duyan Bizans sanatı, doğası gereği muhafazakâr bir yapıya sahiptir. Değişimi içgüdüsel olarak reddeder. Statükoyu devam ettirmek tabiatında mevcut, sanki açığa vurulmamış bir idealdir. Batı sanatında çok önemli olan özgünlüğe değer verilmez. 12. yüzyıl sonlarına kadar Bizans sanatından yalnızca bir ya da iki sanatçının ismini bugün biliyoruz. Batı sanatına baktığımızda ise, bir ressamı ya da heykeltraşı diğerinden ayıran niteliklerine ve tarzına odaklanıyoruz. Boticelli, Michelangelo, Titian, Ingres, Turner, Constable, Picasso, Matisse, Modigliani, Pollock, Rothko gibi isimleri duyduğumuzda aklımızın gözü hemen onların ayırt edici kişisel üslup özelliklerini önümüze getiriyor. Buna karşın Bizanslı sanatçı kendi bireyselliğini ifade etmeye çalışmıyordu, bir nesneyi yalnızca Tanrı’nın, veya O’nun yeryüzündeki temsilcisi İmparator’un yüce şanı için biçimlendiriyordu.
Klasik dönemdeki Grek ve Roma sanatı -ister giysili isterse çıplak olsun- bedenin güzelliğini keşfetmiş, anlamış ve onu taçlandırmışken Bizans sanatı gerçekçiliğe sırtını döndü. Robert Byron, The Byzantine Achievement adlı kitabında şöyle yazar: “Bizim eserlerini muhteşem bulduğumuz Avrupa kültürleri arasında Bizans’ın temsili sanatı, zamanımızdaki tüm artistik ifadelerin temelini oluşturan ‘algılanan olayları yeniden yaratmak’ yerine, yorumlama ilkelerini keşfeden ilk sanattı.” Kuşkusuz ki modern sanattaki soyutlama zevki bizi Bizans sanatının soyut niteliklerini anlayacak kıvama getirmiştir.
Bin yıllık Bizans İmparatorluğu, 500 yıl önce yok olmaya başladığı halde bu sanatın kalıntılarına dünyanın her yerinde -dediğim gibi öncelikle İstanbul’da değil ama birçok başka ülkenin Bizans tarzında inşa edilmiş kilise ve müzelerinde- halen rastlanmaktadır. Seçkin eserler eski Yugoslavya, Sina Dağı ve Rusya’da olduğu gibi Kıbrıs, Sakız Adası, Yunanistan’da bulunan Mistra ve Dafni’deki kiliseleri de süslemektedir. Selanik’teki Ayasofya’da (Hagia Sophia) bulunan 9. yüzyıl sonlarına ait mozaikler harikulade bir zarafet ve güzelliğe sahiptir.
Bu sanata meraklı olanlar Yunanistan ve Makedonya’ya, Sicilya ve Rusya’ya, Sina Çölü’ndeki St. Catherine Manastırı’nın yanı sıra İstanbul’dan bir gemiyle ulaşılabilen Karadeniz kıyısında bulunan Trabzon’daki Ayasofya Kilisesi’ne de gitmek isteyeceklerdir. Bu sanatın parçaları aynı zamanda Paris, Berlin, Londra, New York ve Dumbarton Oaks-Washington’daki dünyaca ünlü
4
Yunan mitolojisinende yarı insan yarı at görünümünde olan yaratıklar. (e.n.)