"Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir." Mustafa Kemal Atatürk
"Karnaval" Ahmet Mithat Efendi’nin hikâyenin kahramanlarını bizlere tanıttığı ve olayların temellerini sunduğu «Karnaval Öncesi», olayları ayrıntılandırarak anlattığı hikâyenin esas kısmını oluşturan «Karnaval İçinde» ve olayların birer birer sonuca bağlandığı «Karnavaldan Sonra» olmak üzere üç kitaba ayırarak yazmış olduğu romanıdır. Ahmet Mithat Efendi döneminin toplumsal yapısını, birbirinden farklılaşan insan ilişkilerini, aşklarını ve “balo macerasını” ustaca ve sürükleyici bir şekilde hikâye ederek okuyucuya sunmaktadır. «Karnaval geldi. O ziyafet meclisleri süslenip donatıldı. Hem de ne şekilde süsleniş! Öyle yalnız bir oda içinde, dört kadeh ve bir şişe ile birkaç tabak mezeden ibaret bir hazırlık değil! Bütün Beyoğlu ve Galata yekpare bir safahane kesilmiş, balo verecek olan salonların önlerinde rengârenk bayraklar dalgalanıyor ki dünya yüzünde bayrağı olan ne kadar millet varsa hepsinin elvan-ı milliyesini buralarda görebilirsiniz. Yalnız bayraklar mı? Şimşir, defne, taflan gibi her zaman zümrüt gibi yemyeşil bulunan dallar ile balohanelerin içleri dışları donatılmış. Geceleri rengârenk fenerler de asılıyor. Kapıların önünde kapı kadar yaldızlı levhalar o gece orada bir büyük umumi balo verileceğini ve maskeli olsun, maskesiz olsun gelinebileceğini, vesaireyi vesaireyi âleme ilan ediyor…»
Emile Zola’nın Rougon ve Mcquart serisinin ikinci kitabı olan «Ölüm» yazarın kitabın ön sözünde de belirttiği gibi, doymak bilmeyen arzuların romanı… Yolsuzluklarla, türlü dalaverelerle zenginlik ve itibar kazanan Aristide, güzeller güzeli eşi Renée ve ilk eşinden olan oğlu Maxime’in çevresinde geçen roman, dönemin ruhunu ve toplumsal yozlaşmayı da başarıyla yansıtıyor. Giysileriyle, yiyecekleriyle, evleriyle, eğlenceleriyle, bireysel ve toplumsal ilişkiler en ayrıntılı şekilde tasvir edilirken, devlet adamlarıyla kurdukları şaibeli ilişkiler yüzünden palazlanan yeni zenginler ve ahlaki çöküşü hızlandıran onların açgözlülükleri de olabilecek en gerçekçi şekilde romana yansıtılmış. Her şeyin fiyatının olup değerinin olmadığı bir dünyada, elbette aşk, aile, sadakat, masumiyet gibi temel ve ahlaki kavramların da olduğu gibi kalmayacağını göstermekte Zola, tartışmasız büyük bir başarı sergiliyor. «Göğsünden yarıldığı vakit, içinden yalnız kepek dökülen koca bir oyuncak bebek olmuştu; bu hâle gelmişti. Yaşamının aşırılıkları karşısında babasının kanı, cinnet eşiklerinde onu perişan eden o burjuva kanı, içinde haykırdı; isyan etti. Her cehennem düşü ile tir tir titreyen onun, Béraud Konağı’nın kasvetli ciddiyetine müptela yaşaması gerekirdi. Onu böyle çırılçıplak soyan kimdi?»
Güzelliği başa bela fakat bir o kadar da iffetli, evli bir kadın olan Ferdane Hanım, onu hırsına yenik düşerek haksız yere rezil etmeye çalışan ve bu sebeple de namuslu bir kocayı helak olmakla baş başa bırakan Behçet Bey, Ferdane Hanım’ın baş döndüren dış güzelliğinden ziyade iç güzelliğine vurulan Necati Efendi… Vah, Ahmet Mithat Efendi’nin usta kaleminden dökülen, okurken her daim kendinize “Cani kim?”, “Zalim ve mazlum kim?” sorularını sorduran ve cevabını ararken sizi sürükleyip götüren akıcı ve etkileyici bir romandır. Ahmet Mithat Efendi dönemin sosyal yaşamını ve İstanbul’unu merak uyandıran olay örgüsü ile ustaca hikâye ederek okuyucuya sunmaktadır. «Despino bu haberi verdiği zaman Necati bir kere „Vaahh!“ dedi. Ve işte bu vah yalnız bir heceden ibaret bulunan şu kelimenin en müthiş manasına delalet edecek bir surette telaffuz olunmuştu.»
Osmanlı’nın son dönemlerinde alafranga (Batılı) yaşam ve Batı özentiliği toplumda iyice yayılmışken Batılılaşmanın yol açtığı yeni sosyal ve insani ilişkiler de Osmanlı hayatını iyice etkisi altına almıştı. Bu yeni yaşam tarzları, aileleri mahvediyor ve evlilikleri kökünden sarsıyordu. Osmanlı ailelerinin içine, daha önce görülememiş bir bela sinsi sinsi giriyordu. Metres adını verdikleri bu bela erkekleri yuvalarından koparıyor, aile servetini eme eme bitiriyor, en sonunda cinayetlere bile sebep oluyordu. Fransız kızı Parnas Felye’nin (Metres) bilinen üç âşığının -Müştak, Hami ve Reyhan- felakete sürüklenen hayatları, Gürpınar’ın edebî kalemiyle bir ibret vesikası olarak karşımıza çıkıyor. Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.
İngiliz edebiyatının ünlü ve başarılı yazarlarından biri olan George Orwell’in kaleme aldığı 1984, şüphesiz distopya eserlerinin en ünlüsü, geleceğe dair kâbus senaryolarının en başarılısıdır. Orwell’in Hayvan Çiftliği ve 1984 isimli eserlerinin başarısına kanıt olarak dönemin Sovyetler Birliği tarafından ve günümüzün Çin hükûmeti tarafından yasaklanmış olması gösterilebilir. Çünkü Orwell’in 1984’ünde, ciddi bir sistem eleştirisinin yanı sıra, okuyucuyu her daim sorgulamaya ve ısrarla düşünmeye sevk eden bir tarafı vardır. Elbette bu eserde sadece geçmiş sistemlerin işleyişini okumayacak, günümüzün sistemlerinden de pek çok benzerlik bulacaksınız. Modern dünya alışkanlıklarının ve koşulsuz biat etmenin en gerçekçi, en ikna edici yönüyle protesto edildiği 1984, başkahraman Winston’ın aydınlanması ve Parti tarafından sapkın düşünceler olarak adlandırılan fikirlere sahip olmasıyla gelişen olayları hikâye edinir. Geçmişi ve tarihi kendi istediği şekilde değiştirerek, yeri geldiğinde hiç yaşanmamış gibi varsayarak kontrol altına alan, bu şekilde geleceğe de istediği gibi yön veren Parti’nin baskısını, bireyselliğin yok edilişini ve devlet hegemonyasını şiddetle kendi üzerinizde de hissedecek, âdeta Büyük Birader sizi de izliyormuş hissine kapılacaksınız. Parti’nin iki amacı, tüm dünyayı fethetmek ve bağımsız düşünmeyi tamamen imkânsız kılmaktır. «Bu yüzden Parti’nin çözmek istediği iki büyük problem vardır. Bunlardan biri, insanların ne düşündüğünü rıza aramaksızın öğrenmenin yolunu bulmak, diğeri ise birkaç yüz milyon insanı önceden haber vermeden birkaç saniye içinde öldürmeyi başarmaktır.»
“İlyada”, bizim bildiğimiz şiirdir. Menelaos, yanlış yolda olan karısını geri kazanmak ve intikam almak için Yunan ordusunun generali olarak bin tane gemi ile Truva’ya giden erkek kardeşi Agamemnon’dan yardım alır. “İlyada”nın hikâyesi tam da herkesin sabırsızlanmaya ve sinirlerin gerilmeye başladığı kuşatmanın dokuzuncu yılına girildiğinde başlar. Şiir, biraz kendini beğenmiş olan Agamemnon ile en ölümcül düşmanı Aşil arasında bir metres için yapılan, kontrolden çıkmış bir kavga ile başlar. Onurunu lekelenmiş hisseden Aşil; çadırına gider ve Agamemnon’u, savaşı bırakıp evine dönmekle tehdit eder. Destanın sonraki büyük bir kısmı savaşın gelgitlerini anlatır ve sevilen aile babası Hektor, Truva’nın büyük galibi olarak ortaya çıkar. (Hektor, “halkının koruyucusu” anlamına gelir.) İki bin beş yüz yıldan fazla zamandır, “İlyada” ve “Odise” hâlâ bize unutulmaz bir şekilde, neredeyse hayat ile ilgili önemli olan her şey hakkında bir hikâye anlatır…
Servet edinmek için ülkesini terk eden bir gezgin, bu amaçlarla yola çıktığı bir gezinin sonucunda kendisini sıra dışı bir ülkede bulur. Muhteşem arazisi, olağanüstü yakışıklı ve yapılı erkekleri, ayrı bir güzelliği olan kadınlarıyla insan soyu için görünüş olarak âdeta ideal bir ülkedir burası. Görünüşte kusursuz olan bu ülkenin âdet ve görenekleri ise olağanın oldukça dışındadır. Burada hastalık, bir suç; yoksulluk ve talihsizlik, cezalandırılması gerekli bir durum; saat dâhil tüm makineler ise kullanımı yasak bir şeydir. Bu yönüyle, yazarının Erewhon adını verdiği bu yer, bir tezatın; dıştan ideal bir medeniyetin, içten ise medeniyetin gereklerinden uzak bir yapının hüküm sürdüğü bir ülkedir. “Erewhon”, bilim kurgu edebiyatının ilk örnekleri arasında yer almakla beraber yazarının bir “yanlış anlama” olarak belirtmesine rağmen kimi bölümlerde Charles Darwin’in evrim kuramını hicveden bir eserdir. Bununla beraber hem ütopya hem de distopya özelliği göstermesi, ilerleyen zamanlarda makinelerin insanlar üzerinde egemen konuma geleceklerini ilk defa söz konusu etmesi, ayrıca yazarının normal hayatında da büyük nefret duyduğu Viktorya Döneminin suç, ceza ve din yönünden eleştirisini içinde taşımasıyla kayda değer bir zenginliğe sahiptir.
Edebiyatımızın eskimeyen ismi Ömer Seyfettin; Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet’e geçiş sürecini birebir tecrübe etmiş ve yaşayan bir varlık olarak benimsediği dili, toplumsal gelişmeler bağlamından ayrı düşünmemiştir. Bu açıdan Ömer Seyfettin, tema ve dil yönünden çeşitlilik arz eden hikâyeleriyle hemen hemen her kuşağa seslenebilen usta bir hikâyeci olarak ön plana çıkmıştır. Ele aldığı konuları belli bir dönem içerisinde tasvir etmekle beraber, insana ait evrensel gerçeklerden ve kendi milletinin konuştuğu dilden kopmamıştır. Bu noktada hikâyelerini modern Türkçenin zengin ve duru kaynağına taşımayı başaran yazar, çağdaş Türk edebiyatının yolunu açmıştır. Yazarın hikâyeleri; medeniyetler arasındaki geleneksel Doğu-Batı çatışması, Türk ve dünya insanının kimlik bunalımları, siyasal ve kültürel çekişmeler, Türk modernleşmesi, Batı taklitçiliği, toplum ve birey ikilemi, savaş psikolojisi, toplumsal adalet, özgürlük ve insanlığın tarihsel evrimi gibi kavramları derinlemesine irdelemektedir. Ömer Seyfettin’in yazınsal tavrı; Batı taklitçiliğinin sahte modernizmi ile gerçek aydınlanmacı fikirlerin ayrımı neticesinde ortaya çıkmaktadır.
19. yüzyılın belki de son romantik romanı olan bu eserde, kimi özellikleriyle Goethe’nin genç Werther’ine benzeyen bir karakterin hayatındaki çalkantılar, romantik duygulanımlar Eugéne Fromentin’in etkileyici diliyle anlatılır. Tıpkı Werther gibi imkânsız bir aşka tutulan Dominique’i de bekleyen türlü acılar, ızdıraplar vardır. Tüm bunlar yüzünden bir ölüme, bir intihara sürüklenmez ama geçmişinin defterinde yazılı olanlar, bir ömür boyu peşini bırakmayacaktır… O zaman müthiş bir vicdan azabı içinde kaldım. Haykırırcasına “Ben kalpsiz ve şerefsiz bir sefilim!” dedim. “Kendimi kurtarmanın yolunu bulamadım. Siz bana geldiğiniz hâlde ben sizi kaybediyorum Madeleine, artık size ihtiyacım kalmadı. Artık yardımınızı istemiyorum, hiçbir şey istemiyorum… Bana bu kadar pahalıya mal olan bir yardımı istemiyorum. Ve bu kadar ağır ödediğim bir dostluğu -ki sizi öldürecektir- istemiyorum. Ben azap içinde olayım yahut olmayayım, bana ait bir mesele, derdimin çaresi gene benden gelecek. Çektiklerim yalnız beni alakadar edecek ve nasıl biterse bitsin ucu kimseye dokunmayacaktır.”