Название | İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN |
---|---|
Автор произведения | Sabahattin Ali |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 978-625-8035-58-2 |
2
Nihat sözlerini bitirip, ayağa kalkınca Ömer’in yerinden kımıldamadığını gördü. Elini onun omzuna dokundurdu; Ömer biraz irkildi, fakat vaziyetini bozmadı. Öteki, acaba uyudu mu diye bakmak için biraz eğilince arkadaşının, gözlerini mukabil taraftaki kanepelerden birine dikerek, fevkalâde meraklı bir şey seyreder gibi etrafla alâkasını kesmiş olduğunu gördü. Başını o tarafa çevirip gözleriyle araştırdı. Hiçbir şey göremedi. Elini, tekrar Ömer’in omzuna koyarak: “Hadi, kalksana!” dedi. Ömer cevap vermedi, yalnız kendini rahat bırakmasını isteyen bir ifadeyle yüzünü buruşturdu. “Ne var yahu! Nereye bakıyorsun?” Ömer, nihayet başını çevirmeye karar vererek: “Sus ve otur!” dedi. Nihat, bu emre itaat etti. Yolcular yavaş yavaş yerlerinden kalkarak çıkılacak kapılara doğru yürümeye başlamışlardı. Ömer bunların arasından karşı tarafı görebilmek için başını yukarıya, sağa, sola çevirip duruyordu. Arkadaşı onu dürterek söylendi: “Eee! Sıktın artık. Söylesene, nereye bakıyorsun?”
Ömer, başını ağır ağır çevirdi, bir felaket haberi veriyormuş gibi: “Şurada genç bir kız oturuyordu, gördün mü?” dedi.
“Görmedim, ne olmuş?”
“Şimdiye kadar ben de görmemiştim!”
“Saçmalıyor musun?”
“Şimdiye kadar böyle bir mahlûk görmemiştim diyorum!”
Nihat, canı sıkılmış gibi yüzünü buruşturdu, tekrar ayağa kalkarak: “Sen bütün büyük laflarına ve dillere destan olan zekâna rağmen asla ciddi bir insan olamayacaksın!” dedi. Bu cümleden sonra dudaklarının kenarında kalan bir küçümseme çizgisi birkaç saniye kadar devam etti, sonra yerini lakayt bir ifadeye bıraktı. Ömer de kalkmıştı. Boynunu uzatıp ayaklarının ucuna kalkarak aranıyordu. Bir aralık Nihat’a döndü: “Daha oturuyor!” dedi. Sonra gözlerini arkadaşının yüzüne dikerek: “Gevezeliği bırak. Şuanda ömrümün en ehemmiyetli dakikalarını yaşıyorum. Hislerim beni şimdiye kadar asla aldatmamıştır. Müthiş bir şey oldu veya olacak. Şurada gördüğüm genç kız bana, daha dünyaya gelmeden, daha dünyanın, daha kâinatın teşekkül ettiği sıralardan tanıdığım birisi gibi geldi. Sana nasıl anlatabilirim. ‘İlk görüşte deli gibi âşık oldum, yanıyorum, tutuşuyorum!’ gibi laflar mı söyleyeyim? Fakat işin tuhaf yanı bunlardan başka da söyleyecek sözüm yok, hatta burada seninle nasıl durup çene çaldığıma hayret ediyorum. Bundan sonra ömrümün bir dakikasının bile ondan uzakta geçmesi benim için ölüm demektir. Demin pek göklere çıkardığım ölüme şimdi müthiş bir şey gibi bakmama da hayret etme, ne diye mi hayret etmeyeceksin? Ne bileyim ben? Sana izahat verecek değilim ya… Ne lüzumu var! Yalnız, ukalalık etmeden bana bir akıl öğret! Ne yapayım? Korkunç bir vaziyet karşısındayım. Onu bir kere gözden kaybedersem ölünceye kadar ömrüm, yalnız aramakla geçer ve herhâlde bu müddet pek kısa olur. Of be! Saçmalıyorum, fakat fevkalâde doğru söylüyorum. Onu bir daha hiç görmemek ihtimali en feci ve maalesef en akla yakın olanı. Düşün ki şu anda çehresini hatırlayamıyorum bile, fakat hafızamdan daha derin bir yerde onun bir taşa hakkedilmiş kadar keskin bir tasvirinin, akılların almayacağı kadar eski zamanlardan beri mevcut olduğuna eminim. Şu kalabalığın içine gözlerim kapalı olarak karışsam; bir kuvvet beni muhakkak hiç şaşırtmadan doğru ona götürecektir.”
Fevkalâde süratle söylediği bu sözlerden sonra hakikaten gözlerini kapayarak bir adım ilerledi. Sol eliyle hâlâ Nihat’ın bileğini tutuyordu. Nihat, zangır zangır titreyen bu kolun sahibine hayretle baktı. Onun her türlü çılgınlığına alışık olduğu halde bu şiddetli heyecan kendisine biraz yabancı geliyordu. Söyleyecek bir şey bulamayarak: “Sen ne biçim mahlûksun Ömer?” dedi. Ömer’in terli avucu, Nihat’ın bileğini daha çok sıktı: “Bak, bak, hâlâ orada… Görmüyor musun?” Nihat, başını Ömer’in baktığı tarafa çevirince, tamamen boşalan kanepelerden birinde oturan siyah saçlı bir genç kız gördü. Yanında yaşlıca ve şişman bir kadın daha vardı ve bir şeyler konuşuyorlardı. Kız, bir elinde kalın bir paket halinde bir sürü notalar tutuyor, ötekiyle yanına dayanıyordu. İnce boynunun üstündeki kıvırcık saçlı başını zarif bir şekilde hareket ettirişi vardı. İlk göze çarpan hususiyeti; çenesinin meydana vurduğu kuvvetli bir irade ifadesiydi. Nihat’ın bulunduğu yerden işitilmeyen sözlerinin arasında, kati bir hüküm vermiş gibi susuyor, sonra yeniden, gene bir hüküm bildiriyormuş gibi söze başlıyordu. Bakışları biraz karanlık fakat tabiiydi. Zaten bütün duruşu ve hali tam bir tabiilik gösteriyordu. Ara sıra dayandığı yerden kalkarak bir işaret yaptıktan sonra yavaşça kanepenin muşambasına uzanan eli, zayıf denecek kadar ince parmaklı ve soluk renkliydi. Tırnakları dibinden kesik ve ince uzundu. Nihat, gözlerini kızın üzerinde bir müddet dolaştırdıktan sonra başını Ömer’e çevirdi ve “Eh, ne olmuş? Ne var bunda?” der gibi onun yüzüne baktı. Ömer sayıklıyormuş gibi bozuk bir sesle: “Hiçbir şey söyleme! Ne cevher yumurtlayacağın suratından belli!” dedi. “Ben kararımı verdim. Derhâl gidip kızı kolundan tutacağım ve…”
Bir müddet sustu, düşündü; sonra mırıldandı: “Ve… Bir şeyler söyleyeceğim herhâlde. Belki de o benden evvel söylemeye başlayacak. Muhakkak ki beni görür görmez tanıyacaktır. Başka türlü olmasına imkân yok ve tanıyınca bunu saklayamayacak. Gel, istersen beraber gidelim, sen biraz arkamda dur. Bizi dinle. Aslını bilmediğimiz âlemlerde tanıştığımız bir kızla konuşmamız herhâlde alelade olmayacaktır.”
Bunları söyleyerek Nihat’ı kolundan çekti.
O, elini kurtararak: “Vapurda rezalet çıkarmak niyetinde misin?”
“Ne gibi?”
“Kız, derhâl polisi çağırır ve polis senin gibi bir serseriyi karakola götürmekte tereddüt etmez. Sen dünyayı kafanın içi gibi ipsiz sapsız şeylerle dolu mu zannediyorsun Allah aşkına? Bir türlü kendine ve insanlara gözlerini açarak bakamayacak mısın? Bütün ömrün tasavvurlar