İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN. Sabahattin Ali

Читать онлайн.
Название İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN
Автор произведения Sabahattin Ali
Жанр
Серия
Издательство
Год выпуска 0
isbn 978-625-8035-58-2



Скачать книгу

göstermek için hummalı bir makine halinde çalışmaları insanı bağlıyor.”

      Gözleri tekrar Macide’ye ilişti. Kız da birtakım düşüncelere dalmıştı. Kaşları çatılmış, gözleri ileri dikilmiş, yüzünün bir hattı bile oynamadan yürüyordu. Sağ kolunun altında tuttuğu birkaç cilt nota arkaya doğru kaymıştı. Kısa ökçeli kahverengi iskarpinleri kaldırımlarda maharetle sekiyordu. Ömer, onun bir erkek gibi büyük ve serbest adımlar attığına dikkat etti. Birçok kızın minimini adımlarla zıplaya zıplaya yürümeleri onun içinde her zaman garip bir merhamet hissi doğururdu. Onun için Macide’nin kendisine ayak uydurmasını takdire başladı. Köprüye gelmişlerdi. Koşar gibi yürüyen bir kalabalık vardı ve her taraftan uğultu halinde sesler geliyordu. Haliç tarafındaki kaldırıma geçtiler. Arada sırada sarı sulara, irili ufaklı kayık ve mavnalara bakıyorlardı. Dubalardan birinin bir köşesine on yaşlarında bir çocuk oturmuş, yanına koyduğu teneke kutunun içinden aldığı solucanları oltaya takıyor, biraz öteye fırlatıyor, sonra muntazam darbelerle çekiyordu. Bir müddet onu seyrettiler. Çıplak ve kirli ayaklarını dubadan aşağı sallayan ve gözlerini oltasının ipinden ayırmayan çocuğun sebat ve iradesi Ömer’i düşündürdü. Kendisi hiçbir işe bu kadar dikkatle ve bu kadar kendini vererek sarılamayacağını zannediyordu. Bu sırada Macide’nin notalarından biri yere düştü. Ömer hemen eğilerek aldı, elini uzatarak: “Verin, ötekileri de ben götüreyim,” dedi.

      Macide, hiç ses çıkarmadan uzattı. Sadece gözlerinde teşekküre benzeyen bir şey dolaştı. Onun bu hali Ömer’i büsbütün bağlıyordu. Kendi kendine: “Ne tuhaf şey!” dedi. “Birçok bayıldığım kızların birçok büyük iltifat ve müsaadeleri beni bu kızın manasını bile iyice anlayamadığım bir bakışı kadar sevindirmiyor. Evet, sadece bir bakış ve belki de biraz merhametle karışık, fakat bunun hiç olmazsa lakayt bir bakış olmaması beni yerimden sıçratıyor. İçimde müthiş bir hafiflik, bir genişlik duyuyorum. Belki de hakikaten sevmek budur. Belki de ben şimdiye kadar sahiden sevmenin ne olduğunu bilmiyordum. Acaba kendimi kapıp koyuversem mi? Ne zaman irademe müracaat edersem büyük bir yorgunluk duyuyorum… Kendimi hadiselerin eline bırakayım mı? Acaba şu anda o ne düşünüyor? Herhâlde beni değil… Niçin? Onun kafasında bir müddet yaşamak için neleri feda etmem ki? Her şeyi! Bana şimdi bir işaret versin, derhâl, bir an düşünmeden şu tramvayın altına atlarım. Acaba atlar mıyım?”

      Macide: “Ne oluyorsunuz?” diye Ömer’in koluna yapıştı. Genç adam şaşkın şaşkın etrafına bakınıyordu. Macide sordu: “Karşıda birini mi gördünüz? Fakat tramvayın altında kalacaktınız.”

      Ömer, bulunduğu yere baktı. Yaya kaldırımında değildi. Demek ki Macide’nin önünden geçerek buraya gelmişti? Kendini toparladı: “Benzetmişim, kimse değilmiş!” dedi. Sol kolunda, biraz evvel Macide’nin sımsıkı tuttuğu yerde garip bir ürperme duydu. “Niçin tutmuyor… Niçin bıraktı?” diye mırıldandı. Yüzü, bir çocuk gibi buruşmuştu. İçinde güçlükle zapt ettiği bir ağlamak ihtiyacı vardı. Nihayet dayanamadı: “Koluma girsenize!” dedi. Macide onun kolunu, biraz evvel tuttuğu yerden, fakat bu sefer daha hafif bir şekilde yakaladı. Bu sırada gözleri karşılaştı. Macide, uzun uzun, bir şeyler hatırlamak ister gibi baktı. Onun dün köprüde de aynen bu şekilde kendini süzdüğü Ömer’in zihninden süratle geçti. Macide’nin gözleri böyle üzerinde kaldıkça şaşırıyordu. Genç kız bir şeyler görüyor, bunları kafasına yerleştiriyor, sonra yeni şeyler aramaya başlıyor gibiydi. Ömer başını çevirdi. Tekrar yürümeye başladılar ve Karaköy’den sonra yokuşu hiç konuşmadan çıktılar. Her geçen saniyenin içlerinde bir değişiklik yaptığını, onları birbirlerine daha çok tanıttığını fark ediyorlardı. Her biri kendi kafasındaki bir yolu takip ediyor ve bu yolun, yanındakinin kafasında da bir paraleli bulunduğunu katî olarak biliyordu. Konservatuvarın önüne geldikleri zaman Macide sessizce elini uzattı. Ömer şaşırmıştı. Şimdi ondan ayrılmak ve haftalarca görmemek mümkündü. Tabii olan da buydu. Hâlbuki beş dakika için bile ondan ayrılmayı kafası almıyordu. Düşündüğünü söylemekten korktu, ancak: “Şimdi nasıl çalışabileceksiniz?” diyebildi.

      Macide, o anlaşılmaz gülümsemesiyle: “Ne diye soruyorsunuz? Böyle şeyler sorulur mu?” dedi.

      Ömer, bütün cesaret ve iradesini toplayarak, mırıldandı: “Size birçok şeyler söyleyecektim!”

      “Hiçbir şey söylemediniz!”

      Ömer, sitemli gözlerle baktı. Macide özür diler gibi bir sesle: “Daha görüşürüz…” dedi. Karşısındaki derhâl atıldı: “Ne zaman?”

      Macide omuzlarını silkti. “Bu akşam sizi gelip buradan alayım mı? Teyzemlere beraber gideriz!”

      Genç kız düşünür gibi oldu, sonra kararını vererek: “Nasıl isterseniz!” dedi ve taş merdivenleri çıktı.

      9

      Ömer, yokuş aşağı koşar gibi iniyordu. Tüy gibi hafifti. İçinde köpürüp taşan bir saadet vardı. Etrafından geçen insanları kucaklamak, herkese: “Haydi, ne duruyorsunuz? Gülün, sevinin, hayat kadar tatlı şey var mı?” demek istiyordu. Köprüye bir nefeste indi. Kalbi müthiş çarpıntı içindeydi. Saate baktı, ona geliyordu. “Gene geç kaldım!” diye düşündü, fakat bu da onun neşesini bozmadı. Kendisini postaneye yerleştiren ve orada mühimce bir mevkii olan uzak akrabadan biri vardı: “Gidip bir elini öpeyim… Memnun olur ve bizim dairedekiler de onun odasından çıktığımı görünce çenelerini tutarlar,” diye söylendi. Aydan aya kırk iki lira yetmiş beş kuruş ücret aldığı vazifesinin adını bile bilmiyordu. Muhasebede oturuyor ve hemen hemen hiçbir şey yapmıyordu. Ara sıra veznedar Hafız Hüsamettin Efendi onu yardıma çağırır ve birtakım manasız defterlere, manasız rakamlar yazmasını rica ederdi. Bu, ona hiç de sıkıcı gelmiyordu. Kendi kendine usuller icat ediyor, kolaylıklar buluyor, bazen de evvela birinci, sonra ikinci, sonra diğer haneler olmak üzere alt alta yazıyor; on-on beş rakam okuduktan sonra kaç tanesini unutmadan yazabildiğini tecrübe ediyor ve kafasına bir nevi spor yaptırıyormuş gibi bunlardan zevk alıyordu. Çalıştığı odada belki on tane masa vardı. Bunların her birinin arkasında mühim işlere dalmış gibi sessizce çalışan muhtelif yaştaki memurların hiçbiri vazifesine Ömer’den daha çok bağlı değildi. Kimisi geçim derdini, kimisi randevusunu, kimisi sinema filmlerini düşünüyor ve ekmek parası için katlandığı bu sıkıcı işe hiç durmadan küfür basıyordu. Üzeri mürekkep lekeli küçük masaların her tarafı kocaman siyah defterler, çizgili kâğıtlar, birbirine iğnelenmiş evrak ile doluydu. Bundan başka, biraz daha büyükçe masalarda oturan iki memurun arkalarını kaplayan etajerlerde de aynı siyah ve iri defterler duruyordu. Genç bir memur önündeki sumenin ucunu kaldırmış, oraya sıkıştırdığı yuvarlak cep aynasına bakarak briyantinli saçlarını, eskimiş suni ipek boyun bağını düzeltiyordu. Yeleğinin kenarları Frenk gömleğinin yaka tarafındaki yırtıkları ve yamaları örtmediği için eli sinirli bir hareketle ikide birde boynuna gidiyordu. Açık renk elbisesinin dizleri kirlenmeye başlayan pantolonu pek keskin ütülüydü, belki üçüncü pençeyi taşımaya çalışan kanarya sarısı iskarpinlerinin burun tarafındaki kıvrımlarda terden hâsıl olma lekeler vardı. Onun yanında orta yaşlı ve saçlarını fırça gibi kestirmiş bir diğer memur, masasının sağ tarafındaki çekmeceyi açmış, içine eğilerek eski bir akşam gazetesinin tarihi romanını okuyordu. Diğer masaların sahipleri de önlerinde resmi bir iş olduğu halde, kenarda köşede bir delik bulup hususi ve şahsi hayatlarına kavuşmaya çalışıyorlar, hiç olmazsa iki üç satır yazı yazdıktan veya hesap yaptıktan sonra iskemlelerinin arkalığına dayanıp başlarını geriye atarak uzun düşüncelere dalıyorlardı. Onların bir müddet böyle durduktan sonra biri tarafından dürtülmüş gibi silkinerek masanın üzerine eğilmeleri