Название | İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN |
---|---|
Автор произведения | Sabahattin Ali |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 978-625-8035-58-2 |
“Bakınız… Bakınız!” dedi.
“Burada bir şiir var… Beni deli eden şeyleri ne kadar açık söylüyor. Siz beni anlamıyorsunuz… Eminim ki bunu yazan beni anlayacaktır…”
Mecmuayı tekrar masadan alarak okumaya başladı. Bu, tanınmış şairlerden birinin “Şeytan” adlı bir şiiri idi. Ömer, sesi titreyerek ve bütün içini dökmek isteyen bir adam gibi ikide birde karşısındakilerin gözüne bakarak okudu. Şiirde gölgesiyle bizi kovalayan, arkamızdan fısıldayan, buz gibi elleri ensemizde dolaşan ve bizi hiçbir yere kaçırmayıp sımsıkı yakalayan bir şeytandan, bizi sıska bir çocuk gibi karşısında ürpertip titreten bir kuvvetten bahsediliyordu. Ömer, şiiri bitirdiği zaman alnı ter içindeydi. “Bakın şu satırlara!..” diyerek şiirin ortasından birkaç mısraı tekrar okudu.
“Onu ben çocukluğumdan, ilk rüyalardan tanırım. Yalnız yürüdüğüm zaman odur arkamdaki adım. Onun korkusu, içimde ürkek bir dünya yaratan…”
Ömer, haykırır gibi tekrarladı: “Evet, evet onun korkusu… İçimde bu ürkek dünyayı yaratan onun korkusu… Ben bu değilim… Ben başka bir şeyler olacağım… Yalnız bu korku olmasa… Hiçbir şeyi bana tam ve iyi yaptırmayacağına emin olduğum bu şeytandan korkmasam…”
Emin Kâmil, başını sallayıp gözlerini sinirli sinirli kırpıştırarak: “Neden kızıyorsun? Neden şikâyet ediyorsun?” dedi. “İçinde şeytan dediğin o şeyin en kıymetli tarafın olmadığını nereden biliyorsun? Sizin gibi beş hissinden başka duygu vasıtası olmayanlar bu daimi korkudan kurtulamazlar. Asıl sebep ve illetlere varabilseniz göreceksiniz ki en zayıf tarafımız dışımızdadır. Gözümüzü kör eden yedi renktir, kulağımızı sağır eden sesler, ağzımızı paslandıran yediklerimiz, kalbimizi önce coşturup sonra durduran sonsuz koşmalarımızdır. Yüksek insan dışına değil, içine kıymet verendir.”
Nihat, kendini tutamayarak: “Dışınızı da pek ihmal edere benzemiyorsunuz üstat… Laotse’nin bütün hikmetlerine rağmen tatlı tuzlu bir ömür sürüyorsunuz!”
Emin Kâmil, cevap vermek üzereydi, fakat İsmet Şerif daha evvel davrandı. Ömer’e dönerek: “Fevkalade bir şey değil… Bu şeytan hepimizde vardır. Bizim sanatkâr tarafımız onun çocuğudur. Bizi gündelik hayatın dışına çıkaran, bize insanlığımızı, makine olmadığımızı idrak ettiren odur. Emin Kâmil’in söyledikleri saçma… İç başka, dış başka olmaz. Bunlar bir fikrin iki görünüşünden başka bir şey değildir…”
Ömer, başka şeylere dalmıştı ve dinlemiyordu. Nihat, kadehini ağzına götürerek: “Mamafih, Emin Kâmil’den pek ayrılan tarafınız yok!” dedi.
“Bilhassa işi derhâl ciddiye alıp felsefesini yapmak hususunda müştereksiniz… Hâlâ bizim Ömer’i öğrenemediniz. Küçük bir şey onu muazzam heyecanlara götürebilir. Küçük bir yaprağın arkasında bir dünya gördüğünü zanneder de koca dünyayı görmeden yaşar, içinde bir türlü aslını öğrenemediği bir kâinat bulunduğuna kanidir.” Sonra Ömer’e dönerek ilave etti: “Hayata, realiteye, menfaatlerine döndüğün zaman içinde ne şeytan kalacak ne peygamber… Vücudunun ve ruhunun ne kadar basit bir makine olduğunu öğren, istediklerini tayin et ve bunlara doğru azimle ilerlemeye başla… Göreceksin!”
Ömer başını salladı. “Hiçbirinizi anlamıyorum. Verecek cevap da bulamıyorum, fakat yanılmadığıma eminim: Bizi istemediklerimizi yapmaya çeken bir kuvvet var, bu muhakkak. Bizim daha başka, daha iyi olmamız lazım… Bu da muhakkak… Bunu nasıl birleştirmeli, bunu bilmiyorum…”
Nihat, güldü: “Ömrünün sonuna kadar da öğrenemeyeceksin…”
Meyhane boşalmıştı. Üçüncü kadehten sonra eğri başı sallanmaya başlayan İsmet Şerif’le sinirli hareketleri daha çoğalan Emin Kâmil hararetli bir münakaşaya dalmışlardı. Birbirlerinin sözünü ret mi, kabul mü ettikleri belli değildi. Her ikisi de büyük manalı kelimeler, girift cümleler kullanıyorlar, sözlerinin belirli yerlerinde durarak yaptıkları tesiri kontrol ediyorlar; bazen da aynı zamanda söze başlayarak birbirlerini dinlemeden söyleniyorlardı. Ömer, münakaşanın neye dair olduğunu anlamak istedi. Kulağına gelen, idrak, tefekkür,16 kıstas,17 sistem, şuur gibi yüksek tabakadan kelimelere; kalıbımı basarım, fikir çığırtkanları, politika tellalı mefkûre18 bezirgânı19 gibi münevver20 argosu numunelerinin karıştığını fark etti.
“Yarabbi… Bu adamlar ne kadar kendilerini tekrarlıyorlar,” diye mırıldandı.
Nihat: “Ne dedin?” diye sordu.
Kafasından geçen her şeyi arkadaşına açmaya alışmış olan Ömer, bu sefer ilk defa olarak düşündüklerini ona söylemeyi lüzumsuz buldu ve başını sallayarak: “Hiç! Farkında değilim!” dedi.
Karşılarındaki altı köşeli tahta duvar saati on biri gösteriyordu. Ömer, şapkasını yakalayarak: “Ben şimdi geliyorum!” dedi ve sokağa fırladı. Hızlı adımlarla Laleli’ye kadar geldi, burada sağa dönerek yangın yerleri ve tek tük evlerin arasından geçen bozuk bir sokaktan Şehzadebaşı’na doğru yürüdü.
Meyhanede kalan Nihat, yanındaki gazeteciye telaşla sordu: “Yahu, bu akşamki masraf senden değil miydi?”
Öteki, ağırlaşan göz kapaklarını ve başını kaldırmaya uğraşarak evet makamında başını salladı. Nihat, derin bir nefes aldıktan sonra “Bizim deli oğlan ne diye kaçtı öyleyse?” diye mırıldandı.
7
Emine teyzelerin kapısını çaldığı zaman saat gece yarısına yaklaşmış bulunuyordu. Evin sokak üstündeki odalarının hepsi karanlıktı. Yalnız, kapının üstündeki camekândan hafif bir ışık vuruyordu. “Herhâlde sofada oturanlar var!” dedi. Belki bir seneden beri uğramadığı bu akrabalarını böyle münasebetsiz bir saatte yoklamak kendisine pek garip gelmiyordu. Eskiden beri, hatta lisede okuduğu zamanlarda bile mektebe dönemeyecek kadar geç kalınca buraya gelir, emektar hizmetçi Fatma’nın boş odalardan birine serdiği yatakta çocukluğunu hatırlatan rahat bir uyku uyur ve sabahleyin de ekseriya kimseye görünmeden çıkardı. Bu sefer buraya gelmek kararını ani olarak vermişti. Meyhanede konuşulanlar ona anlatılamayacak kadar boş ve soğuk görünüyordu. Bu âlemden tamamıyla ayrı, daha olduğu gibi, daha toprağa yakın bir muhite gitmek arzusunu duydu. Teyzesinin sonradan görme evinin aradığı yer olmadığını biliyordu, fakat onu buraya asıl çeken sebebi kendine bile itiraf etmek istemiyordu. Kapıyı her zamanki gibi Fatma açtı. Otuz seneden beri bu evin kahrını çeken ihtiyar kız mutfak kokan elbiseleri, daima gülümseyen gözleri ile karşısındaydı. Ömer’i görünce duyduğu samimi sevinç her halinden belli oluyordu. “Buyur bakalım küçük bey, daha yatmadılar…” dedi. Sonra “Sorma… Bu akşam vaziyet fena, ama kendileri anlatsınlar, buyur!” diye yol açtı.
Ömer, birkaç ayak merdiveni çıkınca muşamba döşeli sofada Galip amcayı ve Emine teyzeyi buldu. Galip Efendi, uyukladığı yerden doğrularak misafiri güler yüzle karşılamaya gayret ediyor, Emine teyze ise başındaki beyaz çatkısı ve kızarmış gözleriyle: “Gel bakalım, gel Ömerciğim, sorma başımıza gelenleri!” diye sızlanıyordu.
Ömer,
16
Tefekkür (Ar.): Düşünme, düşünüş
17
Kıstas (Ar.): Ölçüt
18
Mefkûre (Ar.): Ülkü
19
Bezirgân (Far.): Tüccar
20
Münevver (Ar.): Aydın kişi