Название | Ay Işığı Sokağı - Kadın ve Manzara - Leporella |
---|---|
Автор произведения | Стефан Цвейг |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 978-625-6486-06-5 |
Stefan’ın kültürlü ve birikimli bir birey olmasını isteyen ailesi, ona çok küçük yaşta eğitim vermeye başladı. Edebiyatla yakından ilgileniyor ve yeni diller öğreniyordu. Lise yıllarında şiir yazmaya başladı. Alman şairleri yakından takip ediyor ve kendisine örnek alıyordu.
Viyana ve Berlin’de Felsefe eğitimi aldı. Yolculuklara çıkıyor ve sürekli hayatında değişen her şeyle birlikte yazmaya devam ediyordu. Öğrenmiş olduğu diller dolayısıyla edebî çeviriler yapıyordu. 1901 yılında da Paul Verlaine ile Baudelaire’in şiirlerini Fransızcadan Almancaya çevirdi.
Yolculuklarının dönüşünde 1914’te Birinci Dünya Savaşı başlamıştı. Viyana’da karargâhta memur olarak görev aldı. Cephedeki acılara tanık oldukça savaş karşıtı bir tutum sergiledi ve bu görüşü eserlerine yoğun bir şekilde yansıdı.
Savaşın ardından Stefan, Avusturya’ya geldi ve Salzburg’a yerleşti. Burada Frederike von Winternit ile tanıştı. Frederike, iki çocuklu bir kadındı. Çok geçmeden Stefan ve Frederike evlendiler. Stefan burada ünlenmeye başladı ve geniş bir çevre edindi. 1920’lerde Balzac, Dostoyevski gibi yazarlar üzerine inceleme yazıları yazdı.
Hitler öncülüğünde gelişen “Nasyonel Sosyalizm” akımı karşısında görülen Stefan’ın adı kara listeye alındı. Karşıt ideoloji kitapları Naziler tarafından meydanda ateşe veriliyordu ve bundan Stefan’ın kitapları da nasibini aldı. Bundan sonra bir anda parmakla işaret edilen Yahudilerden biri olmuştu.
1934’te evine düzenlenen baskın neticesinde Londra’ya sürüldü. Bu süreçte yayımladığı eserine, Rotterdamlı Erasmus’un Zaferi ve Trajedisi adını verdi. 1937’de eşinden ayrıldı ve daha sonra 1939’da Lotte adındaki bir kadın ile evlendi. Lotte’ye çok değer veriyordu ve ondan esinlenerek Sabırsız Yürek adlı romanını kaleme aldı.
Stefan, insanlığın aşağılanmasına, erdemlerin yok oluşuna, ötekileştirmenin çoğalttığı nefrete, kötülükten doğan öfkeye karşı sessiz kalamayan, temeli insan olan her konuya karşı oldukça duyarlıydı. Londra’da oturma vizesi alamaması, bir de üstüne pasaportuna “Yabancı Düşman” damgası vurulmasına dayanamıyor, bu durum çok ağrına gidiyordu. 1940’ta İngiliz vatandaşlığına kabul edildi. Bu sırada Hitler, Batı’ya doğru ilerlemeye başlamıştı. Stefan, eşini de alarak Avrupa’dan ayrıldı; önce New York, ardından Arjantin, sonra Paraguay ve en sonunda Brezilya’ya gittiler. Aralık ayında New York’a geri döndüler. Burada Stefan, Amerigo-Tarihî Bir Hatanın Öyküsü’nü yazdı.
Bir süre her şey yolunda gibi gitse de Amerika’nın havası ve suyu eşi Lotte’nin astımını azdırmıştı. Gezgin ruhunu perçinleyen yaşam koşulları, Stefan’ı oradan oraya sürüklüyordu. 1941’de de Brezilya-Geleceğin Ülkesi adlı kitabını yayımladı ve hemen ardından Brezilya’ya yerleşmeye karar verdi. Burada Satranç’ı yazdı.
1941’de Montaigne üzerine inceleme yazısına başlamıştı ki aslında yaşamının son günlerini yazıyordu. 14 Şubat 1942’de karı koca, Rio Festivali’ni izlemeye gitti. Nispeten keyifleri yerindeydi ki gazetelerdeki kanlı manşeti gördüler: Naziler, Süveyş Kanalı’na doğru yönelmişler; Libya’yı hedef almışlardı. Apar topar evlerine döndüler.
22 Şubat günü, Stefanların yatak odalarının kapısı öğlene kadar hiç açılmadı. Hizmetçileri polise haber verdi. İçeri giren polisin gördüğü manzarada, Stefan sırtüstü yatmış, karısı da elini onun göğsüne koymuş bir şekilde bulunmuşlardı. Cansız bedenleri ile öylece yatan çift, “Veronal” adlı ilaçtan içmişler, öncesinde de masanın üzerine veda mektuplarını bırakmışlardı.
Eserleri:
Acımak, Bir Yüreğin Çöküşü, Dünün Dünyası, Bir Kadının Yirmi Dört Saati, Yarının Tarihi, Kendileri ile Savaşanlar: Kleist-Nietzsche-Hölderlin, Üç Büyük Usta: Balzac-Dickens-Dostoyevski, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar: Casanova-Stendhal-Tolstoy, Lyon’da Düğün, Yıldızın Parladığı Anlar, Karışık Duygular, Satranç, Günlükler, Değişim Rüzgârı, Calvin’e Karşı Castellio ya da Köleliğe Karşı Özgür Düşünce, Fouche-Bir Politikacının Portresi, Tehlikeli Merhamet, Amok Koşucusu, Balzac-Bir Yaşam Öyküsü, Magellan, Freud ve Öğretisi, Yakıcı Sır, Ruh Yoluyla Tedavi, Amerigo, Mektuplaşmalar, Buluşmalar, Rotterdamlı Erasmus, Zaferi ve Trajedisi, Clarissa…
Şule Şenkaya, 1950 yılında Balıkesir’de doğdu. 1960-1980 yılları arasında Almanya’da eğitimini tamamladı. Yüksek Ticaret Bölümü mezunudur. Daha sonra Türkiye’ye dönüp çeşitli illerdeki noter, adliye ve SGK’da yeminli tercümanlık yaptı. Ankara’da önce özel bir şirkette ve daha sonra da Siemens firmasında genel müdür sekreteri ve tercüman olarak çalıştı. 2006 yılında emekli olup Elips Kitap bünyesinde Almancadan Türkçeye kitap çevirileri yapmaktadır.
AY IŞIĞI SOKAĞI
Gemi fırtına yüzünden gecikip ancak akşamın geç saatlerinde Fransız liman şehrine varabilmiş, Almanya’ya giden gece treni kaçırılmıştı. Bu yüzden yabancı bir yerde beklenmedik bir gün, banliyödeki bir eğlence lokalinde melankolik hanım müziğinden veya tamamen tesadüfen tanışılmış yol arkadaşlarıyla monoton bir sohbetten başka cazip bir şey olmadan geçecek bir akşam vardı. Otelin küçük yemek salonundaki hava dayanılmazdı; yağlı, dumanlı ve ben dudaklarımda hâlâ denizin tuzlu, soğuk ve temiz soluğu olduğundan bu bulanık kirliliği iki kat daha fazla hissediyordum.
Bu yüzden dışarıya çıktım, öylesine aydınlık ve geniş caddeden yürüyerek bir halk orkestrasının çaldığı bir meydana ve sonra yine gezintiye çıkmış insanların rahat rahat aktığı bir yoldan devam ettim. Önceleri bu tanımadığım ve taşra usulü süslenmiş insan selinde yürümek bana iyi geldi ama kısa bir süre sonra bu yabancı insan kalabalığını ve onların kesik kesik gülüşmelerini, bana şaşkın, tanımayarak veya sırıtarak bakan gözleri, beni fark ettirmeden ileriye iten dokunuşları, binlerce küçük kaynaktan gelen ışık ve hiç bitmeyen adım seslerini kaldıramadım.
Deniz yolculuğu hareketli geçmişti ve kanımda hâlâ bir sallanma ve hafif bir çakırkeyiflik duygusu vardı: Hâlâ ayaklarımın altında bir kayma ve sallantı hissediyordum, toprak nefes alırcasına hareket ediyor ve cadde göğe doğru havalanıyor gibiydi. Bu gürültülü kargaşadan dolayı birdenbire başım döndü ve kendimi kurtarmak için ismine bakmadan bir yan caddeye döndüm ve oradan da tekrar anlamsız gürültülerin yavaş yavaş azaldığı daha bir küçüğüne geçtim ve amaçsızca yürüyerek büyük meydandan uzaklaştıkça gittikçe daha karanlık olan ve kılcal damarlar gibi dallara ayrılan yollardan geçtim. Büyük kavisli elektrik lambaları, şu geniş bulvarların ayları gibi olanlar buralarda artık yanmıyordu ve tek tük ışıklandırmaların üstünde nihayet yıldızlar ve bulutlu, siyah gökyüzü görünüyordu.
Limanın yakınlarında, denizciler mahallesinde olmalıydım, bunu bayat balık kokusundan hissediyordum; Şu yosun ve çürümenin tatlımsı kokusu, aynı dalgalarla karaya sürüklenen yosunların koktuğu gibi, bu kendine has kötü kokular ve havalandırılmayan odalar bu bölgelerde günün birisinde büyük bir fırtına kopup onlara nefes getirene kadar böyle kokardı. Bu belirsiz karanlık ve beklenmedik yalnızlık bana iyi geldi, adımlarımı yavaşlattım, şimdi tüm sokakları birer birer incelemeye başladım. Her birisi komşu sokaktan farklıydı, burada birisi huzurlu, orada birisi işveli ancak hepsi karanlıktı ve görünmeyen bir yerden, yer altındaki kaynakları tahmin edilemeyecek gibi mahzenlerin göğsünden gelen boğuk müzik ve insan sesleri ile doluydu. Çünkü hepsi kapalıydı ve sadece kırmızı veya sarı bir ışıkla göz kırpıyordu.
Yabancı şehirlerdeki bu sokakları, bu tüm ihtirasların kirli pazarını, yabancı ve tehlikeli denizlerde yalnız geçirdikleri gecelerden sonra bir geceliğine ve cinsel hayallerini bir saat içinde gerçekleştirmek için buraya gelen denizcilere sunulan baştan çıkartıcı şeylerin çoğunluğunu seviyorum. Bu dar yan sokaklar, büyük şehrin sosyal açıdan düşük bölgelerinde bir yerlerde saklanmak zorundalar, zira onlar kibar insanların oturduğu temiz camlı aydınlık evlerin yüzlerce maskenin arkasına sakladıklarını korkusuzca ve ısrarla söylerler.
Küçük odalardan cazip müzik sesleri gelir, sinemacılar parlak afişlerle tahmin edilemeyecek gösteriler vadeder, kapıların altına saklanmış küçük,