Cengiz Han. M. Turhan Tan

Читать онлайн.
Название Cengiz Han
Автор произведения M. Turhan Tan
Жанр
Серия
Издательство
Год выпуска 0
isbn 978-605-121-595-2



Скачать книгу

kılıçları çadır uşaklarınıza verin.”

      Elçiler, gene eğildiler, Köşlük’le karısının yanından çıktılar. Yanlarına han tarafından bir adam katılmıştı. Bu, kendilerini güzel bir çadıra yerleştirdi. Av etlerinden ibaret yemekleriyle kımızlarının gönderileceğini söyleyerek ayrıldı. Aynı zamanda Temuçin’in hediyesi olan dokuz at da dokuz seyisle beraber Köşlük Han’ın ahırlarına götürüldü.

      O devrin âdetine göre bir beyden bir beye böyle at yollandığı vakit at adedince seyis de gönderilirdi. Hediyeyi yollayan bey, bu seyisleri yanındaki tutsaklardan seçerdi. Şu hâle nazaran Temuçin’in yolladığı at uşakları da Türk yurdu dışındaki yerlerden birer suretle yakalanmış adamlar olacaktı ve hakikaten de öyle görünüyorlardı. Atları bambaşka dillerle çağırıyorlardı.

      Bambaşka diller diyoruz. Çünkü dokuz uşağın hepsi ayrı bir dille konuşuyordu ve birbirleriyle anlaşamadıkları gibi Naymanlı seyislerle de hiç anlaşamıyorlardı. Yalnız, saçsız, bıyıksız ve gözü ağrılıklı biri, hepsine tercümanlık ediyordu. Sekiz ayrı dili kendi aralarında anlaşılır bir hâle koyuyordu.

      Bu, Naymanlar merkezinde çarçabuk işitilen bir garibe oldu. Kadın erkek, çoluk çocuk, Köşlük Han’ın ahırları önüne doldu. Bir temaşadır başladı. Herkes dilleri ayrı ve işleri bir olan at uşaklarını konuşturmak için vesile bulmaya çalışıyordu. Onlar sunulan ekmekleri, mendilleri, çeşit çeşit yemişleri hırs ile kapışırken anlaşılmaz ve birbirine benzemez sözler söyleyip Naymanlıları güldürüyorlardı.

      Fakat tercüman o sekiz ayrı dili konuşup da sekiz at uşağının birbiriyle anlaşmasını temin eden adam, seyircilere gülünç değil, büyük görünüyordu. İşte onun anlatışıyladır ki ahırlar önüne toplanan halk, bu seyislerden kiminin Çin’den, kiminin Tibet’ten, kiminin Bozkır üstlerinden, kiminin Hazar Denizi boylarından gelme olduğunu anlamışlardı. Bizzat tercüman kendisinin de on bir aylık yol tutan bir yurttan getirildiğini söylüyordu.

      Bu vaziyet ve bu sözler, bir taraftan at uşaklarını Moğol elçilerinden daha cazip bir hâle getirdiği gibi Temuçin hakkında da müphem bir saygı temin ediyordu. Hemen her Nayman çocuğu, ihtiyarsız o ünlü Moğol beyinin böyle uzak yerlerden tutsaklar elde edebilmesindeki karışık sırrı düşünüyordu. Öyle ya, on bir aylık yollar aşan ve oralardan canlı, cansız ganimetler getiren bir beyin çok yüksek bir kudret sahibi olması lazım gelirdi. Gerçi o bey, daha dün denilecek kadar yakın bir zamanda Naymanlarla müttefiklerinin önünden kaçmıştı. Fakat herkes, bu kaçışın gök gürültüsünden korkan Moğolların suya girmeleri yüzünden olduğunu biliyordu. Şu at uşakları ise Temuçin’in en uzak mesafeleri aşan bir kudret taşıdığını gösterdiğinden ahırlar önünde toplanan Naymanların yüreğinde onun için bir sevgi doğar gibi oluyordu.

      Dokuz seyisin sekiz ayrı dil konuşması Köşlük Han’la Güncü Hatun’un da merakını gıcıklayan bir hadise olmuştu. Hele Güncü, ertesi gün elçilere yapacağı görüşmeyi bile unutacak kadar bu tuhaflığa alaka göstererek gün doğar doğmaz, dokuz at uşağını birden huzuruna getirtmişti. Bunlar, bütün tutsaklar ve bütün seyisler gibi yarı çıplak biçarelerdi. Ne başlarında börk ne sırtlarında kürk vardı. Kılsız deriden kolsuz birer gömlek ve nasıl bir kumaştan yapıldığı belirsiz kısa birer don taşıyorlardı. Ayaklarındaki çarık, parçalanmıştı.

      Fakat bu acıklı kılıksızlık içinde hemen hepsi diri, dipdiri gençlerdi. Boyunlarında bir öküz boynunun bükülmez kudreti çevreleniyordu, kollarında tunç bir kuvvet geriliyordu. Dizlerinde birer çam kökü dayanıklılığı görünüyordu. Yalnız tercüman, arık bir adamdı, yaşı da geçkindi. Fakat kirli bir kırmızılıkla örtülü olan gözlerinde kudretli bir hastanın küskün bakışı yaşıyordu. Tüysüz yüzünde merak uyandırıcı bir ağırlık parlıyordu.

      Güncü Hanım, Nayman merkezinde binbir hikâye yaratan bu dokuz at uşağını birer birer süzdü. Gençlerin hepsi, sağlam yapılışlarıyla dikkatini uyandırmakla beraber, bilhassa içlerinde bir tanesiyle fazlaca alakalandı. Arkadaşları gibi yarı çıplak bir kılık taşıyan bu genç, çok beyaz tenli idi. At kaşağısıyla da güç çıkacak kadar koyu bir kir tabakası bu gencin görünen yerlerini sarmıştı. Fakat tenindeki beyazlık o kir arasından da yer yer serpilmiş beyaz benler gibi göze çarpıyordu. Üstündeki kılsız deri ve ayağındaki yıpranık don çıkarılıp atılsa ortaya süt gibi beyaz bir vücut çıkacağına şüphe yoktu.

      Bu gencin de başı tıraşlı idi, bıyıkları kırpıktı. Kendisini dört kaşlı bir delikanlı gibi gösteren bu kesik bıyıkların sarılığı ayrıca dikkat uyandırıyordu. Hele alnı ve burnu tam bir hususiyet taşıyordu, bakışlarında hanlarda ve hanzadelerde bulunmayan bir efendilik vardı.

      Güncü, uzun bir lahza, bu genci gözden geçirdi ve ilkin de ona sordu:

      “Adın ne babayiğit?”

      “…”

      “Sağır mısın, yoksa Türkçe bilmiyor musun?”

      “…”

      Sekiz at uşağına tercümanlık eden gözü ağrılıklı seyis, yerlere kadar eğildi:

      “Güneşin kızı izin verirse onun adını ben söyleyeyim yahut söyleteyim.”

      Güncü’nün yüzünde derin bir hayret dolaştı, bir Çin prensi gibi zarif konuşan şu çelimsiz ihtiyar bu inceliği nereden öğrenmişti ve Temuçin, böyle at uşaklarını nereden ve nasıl toplamıştı?.. Hasta gözlü uşağın kendisini güneşin kızı diye anması, onda yüksek bir terbiye bulunduğunu gösteriyordu. Temuçin, bu ayarda adamları at uşağı olarak kullanacak kadar kayıtsız mıydı, yoksa bu ayarda adamları ancak ahırda kullanmayı basit görecek derecede yüksek miydi?

      Naymanların güzel kraliçesi, bir müddet şaşkın durduktan sonra, seyisler tercümanına şu emri verdi:

      “Kendi adını gene kendine söylet. Dili ne çeşitmiş duyalım!..”

      Tercüman, kesik sarı bıyıklı gence, Çince mi, Hintçe mi olduğu anlaşılmayan bir dille iki kelime söyledi, o da aynı dille kısa bir cevap verdi. Güncü Hatun ne söyleşildiğini anlamadığı hâlde sarışın gencin verdiği karşılıktan gene bir tat sezmişti. Sanki onun ağzından havaya düşen biricik kelimede, kendi iliğine bulaşan bir şeker tadı vardı. İşte, bu hissiyatla tercümanı söyletti:

      “Ne diyor?”

      “Kendi diliyle adını söylüyor!”

      “Neymiş adı?”

      “Sizin dilinizce Sardoğan!”

      “Temuçin bunu, Sardoğan diye mi çağırırdı, yoksa öz adıyla mı?”

      Tercüman gülümsedi:

      “Aman ulu hatun! Temuçin Bey, bizim gibi uşakların adını ağza alacak adam mı? Biz onun sesini uzaktan duyardık, gök gürlüyor sanırdık. Hiç bulut ağzından insan ismi çıkar mı ki bizim adımız, Temuçin Bey’in dilini kirletsin!..”

      Güncü Hatun, dudaklarını ısırmakla beraber, bu mevzu üzerinde durmadı, sordu:

      “Senin adın ne?”

      “Türkçe Tonra!”

      “Şu delikanlınınki?”

      “Toygar. Yanındakininki Kargın, berikininki Gücü, onun yanındakininki Yarga, berikininki Karmok, bitişiğinde duranınki Yargoçak, en sonundakinin Boğluk!”

      “Tuhaf adlar, hele kendi dilinizle bu adlar büsbütün tuhaflaşıyor!”

      “Ne yapalım ulu hatun. Analarımız babalarımız bizi böyle adlandırmışlar.”

      “Yurdunuzdan