Название | Cengiz Han |
---|---|
Автор произведения | M. Turhan Tan |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 978-605-121-595-2 |
“Sana benim Tanrı ile konuştuğumu, bu yurt için bir ışık olduğumu söylemeyeceğim. Bilirim ki inanmazsın. Gücenirsem, kızarsam atlarınıza sakağı, itlerinize uyuzluk, çocuklarınıza sıtma yağdıracağımı da söylemeyeceğim. Çünkü inanmazsın. Fakat bir şey söyleyeceğim, buna, adının Temuçin olduğuna inandığın kadar inanmalısın.”
“Nedir bu söz?”
“Sen, bensiz sürünürsün!”
“Anlamadım Gökçe. Bir daha söyle.”
“Ben senin için temiz bir kan, alevli bir can gibiyim. Ben aradan çıkayım, sen damarları boşalmış leşe dönersin, kaskatı kalırsın.”
“Neden?”
“Çünkü sen bir şeyler yapmak, yeryüzünde ululaşmak, dört bucağa ün salmak istiyorsun. İçinde bir şeyler kaynıyor, kafanda bir şeyler dolaşıyor. Gün oluyor: Kabın kabına sığmıyor. Gün oluyor: Üzerinde at oynattığın yerler sana dar geliyor. Genişlemek, şişmek, coşup taşmak ve gözlerin görmediği, kulakların duymadığı ülkelere ulaşmak istiyorsun. Fakat?..”
“Ey, susma, söyle.”
“Fakat bilgin kıt. Ne geçmişi biliyorsun ne geleceği. Onun için durduğun yerde sayıyorsun, ileri gidemiyorsun. Süt emer taylar kocamış aygır olsa, beşikteki çocuklar döl verse gene yerinde sayacaksın. Taşıdığın dilekler ağu olup içini kemirecek, düşlerin gözünü yakacak. Gene sen, istediğin gibi ünlenemeyeceksin.”
“Sana bel bağlarsam?”
“O vakit iş değişecek, her şey değişecek, hatta dünya değişecek.”
“Bugün gene gökten sana at gönderilmiş olacak. Çünkü yüksekten atıyorsun, şu karanlık ininden güneşler söndürüyorsun. Bari düşündüklerini açık söyle de biraz güleyim, tasamı azaltmış olayım.”
“Gül, fakat inan!.. Sen, bensiz acınacak bir topal gibisin. Benim öğütlerimle ayağın sağa çıkacaktır.”
“Bana nasıl yardım edeceksin? Yağmur taşıyla mı, büğü davuluyla mı, uydurma tansuklarınla mı, yoksa şu uzun saçlarınla mı?”
“Aklımla!..”
“Aklın o kadar engin mi?”
“Engin olmasa on binlerce kişi bana tapınmazdı, kendini beğenen Temuçin de uykusunu bozup yanıma gelmezdi!”
“Ben kavgaya geldim!”
“Barışmak daha iyi.”
“Barışmak, anlaşmakla olur. Sözlerinden bir şey anlamadım. Hâlâ bir arpağcı gibi konuşuyorsun. O dili bırak, açık konuş.”
Ulu Gökçe, üzerinde oturduğu iskemlemsi taştan yere indi, bağdaş kurdu, heyecanlı bir sesle söze girişti:
“Dinle öyleyse, iyi dinle, ilkin senden başlıyorum: Sen kimsin? Bir Moğol beyi, değil mi?.. Atalarını say desem Hint kuşları (papağan) gibi yedi göbeğe kadar babanı, dedelerini sayacaksın. Her Moğol gibi ben de biliyorum: Baban Yesügey’dir. Onun babası Bertan Han, onunki Kabul Han, onunki Tümene Han, onunki Bay Songur Han, onunki Kaydu Han, onunki Detumenin Han, onunki Boğa Han’dır. Burciken kanı taşıyorsun. Fakat şu yaşa gelinceye kadar bir kere olsun başını göğsüne eğip ‘Moğol nedir?’ diye düşündün mü?”
Temuçin’in kaşları çatıldı, dudaklarından uzun bir kelime döküldü:
“Yo…k!”
“Şimdi düşün, hem de iyi düşün: Moğol nedir?”
“Bir ulus!”
“Ne ulusu?”
“Ne ulusu olacak! Türk ulusu!”
“Bunu bilince dileklerini tartıya vurman gerekleşir. Sen, bütün Türklere başbuğ olmak istiyorsun, değil mi?”
“Türkleri birleşmiş görmek istiyorum.”
“Onlar, kendiliğinden birleşmezler, olsa olsa birleştirilirler. Birleştirilince de başlarına -eski Koyunlularda, Tuğularda, Hünlerde olduğu gibi- bir han, bir hakan geçirmek ister. Bu han, bu hakan ise ancak birleştirme işini başaran adam olur.”
“Sözü dallandırdın, budaklandırdın. Ortaya hanlar, hakanlar çıkardın. Sözü biraz budayıver, çörden çöpten ayıkla da bana nasıl yardım edeceğini söyle.”
“Sıra ile Temuçin, sıra ile.”
“Öyleyse çabuk ol.”
“Türklere başbuğ olmak ve daha evvel onları birleştirmek için kendini tanıtmak ister. Bu da birçok düzenler kurmakla, bir yandan da güçlenip kuvvetlenmekle olur. Sen, salt kuruntu geçiriyorsun.”
“İşte bunda yanılıyorsun. Ben, dilimin döndüğü kadar eski günlerin parlaklığını, bugünün sönüklüğünü anlatıyorum, yüreklerde yangın yapmaya savaşıyorum.”
“Bunu ben de yapıyorum. Fakat beyler, ulus beyleri bu yangını yapmamıza göz yummazlar. Onun için bir yandan düzen, bir yandan yumruk ister. Hâlbuki sen, düzen kurmayı beceremiyorsun, yumruğun da şimdilik cılız!”
Temuçin, içini çekti:
“Doğru söyledin Gökçe. Yumruğum cılız. Bunu son savaşta ben de anladım.”
“Ben bu cılız yumruğu demir yaparım. Birkaç yıldan beri de gizli gizli çalışışım bunun içindir.”
“Darılma ama bugüne dek benim için nasıl çalıştığını, ne yaptığını bilmiyorum. Düşman karşısında atımı aşırmak, beni tek koymak sence yardım ise ben o yardımı gene sana bağışladım.”
“Kafan kuruntu dolu, gözün burnuna bağlı. Böyle olmasa sana sessiz sessiz yaptığım yardımları anlardın, yüreğini bana bağlardın.”
“Ne yaptın ki Gökçe?”
“Ne mi yaptım, birer birer sayayım mı?”
“Say da öğreneyim.”
“Sağa git, sola git, yukarı çık, aşağı in, Türk elini dört yandan dolaş, her ubada bir masal dinleyeceksin. Bu masala göre birkaç yüz yıl evvel Alageyik adlı bir dul kadın vardı. Kocasının yasını tutup kara çadırında karagözlerinin kara yaşını silip oturuyordu. Bir gece çırasız çadıra bir ışık doldu, bu ışık elle tutulmaz bir örtü gibi Alageyik’i sardı, sonra söndü. Dul kadın, ter içinde kalmıştı, korkudan tir tir titremişti. Fakat uyanıkken gördüğü bu düşü kimseye söyleyememişti. Dokuz ay on gün geçti, gene bir gece o ışık dul kadının çadırına doğdu, ter dökmeye başlayan kadıncağızı kucakladı. Bu sefer o, bayılmıştı, gözünü açınca dizlerinin arasında üç çocuk buldu.”
Temuçin, çıplak adamın sözünü kesti:
“Bunu ben de babandan dinledim. O üç çocuktan biri benim büyük dedemmiş.”
“Evet, dinlemişsin. Fakat bu masalı baba da oğul da bizim uydurduğumuzu, ağızdan ağıza bizim yaydığımızı anlamamışsınız.”
“Demek Alageyik yalan, büyük babamın ışık dölü olduğu da uydurma.”
“Alageyik yalan değil amma üst tarafı düzme!”
“Yalanlar düzmeyi niçin düşündünüz?”
“Çünkü insanlar, yalanı doğrudan daha çok severler. Sonra kafası aydınlanmamış adamlar, birine yüksek saygı göstermek için onu insanlığın üstünde doğmuş görmek isterler. Biz de seni, beylerin ve hanların üstüne çıkarmak için ışıktan