Название | İstanbul'un tarihi, kültürü ve yaşamı |
---|---|
Автор произведения | Richard Tillinghast |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 978-625-8068-86-3 |
Türk ulusunu Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan enkazdan kurtarmak, -kabul gören ismi “Baba Türk” veya “Türklerin babası” anlamındaki Atatürk olan- Türkiye’nin büyük ulusal kahramanı Mustafa Kemal’e düştü. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı Atatürk, öncülleri Fatih ve Kanuni Sultan Süleyman seviyesinde ileri görüşlüydü ve modern Türkiye’yi aynen onların Osmanlı İmparatorluğu’nu biçimlendirdiği gibi biçimlendiriyordu. Suretini paralarda, berberlerin ve o lezzetli Türk usulü köfteleri servis eden köfteci dükkânlarının duvarlarında, polis karakollarında, meyhane ve tavernalarda görürsünüz. Atatürk, büyük öncülü Fatih Sultan Mehmet gibi mizacında tuhaf tavırları da olan karmaşık bir adamdı; ancak Winston Churchill’le George Washington’ın kendi ülkeleri için olduğu gibi o da kendi ülkesinin her şeyiydi ve hatta belki de daha fazlasını ifade ediyordu.
İstanbul’un benzersizliğinin bir bölümü, katman katman sıralanmış tarihsel dönemlerinden ve farklı etnik gruplarla dinlere ait hikayelerin birbirleriyle kesişmesi, rekabet etmesi ve birbirlerine aykırı düşmelerinden kaynaklanmaktadır. Bizans tarihi, Osmanlı tarihi ve kentin Rum, Yahudi ve Ermeni azınlıklarının hikâyeleri de zaten içten içe kaynayan bir hüznün parçalarıdır. Osmanlı İmparatorluğu, başkentteki sayıları en az Türkler kadar olan Rumlar, Yahudiler ve Ermeniler’den oluşan kozmopolit bir yapıya sahiptir. Balkanlardan gelen Sırplar, Hırvatlar, beyaz takkeli Arnavutlar, Bulgarlar ve Macarlar ile Venedikli tacirler ve Cenevizli denizciler, Çerkezler, Acemler, Araplar, sarıklı Türkmenler, Kürtler ve siyahi Afrikalılara yakın zamanda eklenen kıymetsiz rubleleriyle dolu bavullarını taşıyan Ruslardan bahsetmiyorum bile. 19. yüzyıl gezginlerinden İngiliz Adolphus Slade, mahkûm nüfusun dini ihtiyaçlarına cevap vermek için bir cami, bir sinagog ve bir kiliseye ihtiyaç duyan bir hapishaneye yaptığı ziyareti aktarmıştır.
Fatih Sultan Mehmet, bir zamanlar Bizans İmparatorluğu’nun başkenti olmuş şehri ele geçirdiğinde nüfus ciddi bir biçimde azalmıştı. Böylece şehri, bütün Akdeniz dünyasının tamamından verimli ve üretken yurttaşlarla doldurmak üzere işe koyuldu. Bu maksatla 1492’deki engizisyon sırasında İspanya’dan kovulmuş Sefarad Yahudilerine ibadethane teklif etti. Tıpkı ataları Mayflower’la göçmen olarak gelmiş Amerikalıların yeni gelenlerden daha üstün bir konumda olduklarını iddia etmeleri gibi, bu İstanbullu Sefaradların kendini beğenmişliğinin odağı da İspanya’dan gelen “ilk 16 gemi” içinde olduklarını iddia etmeleriydi.
Bizans zamanından 16. yüzyılın sonunda mahallelerinin Yeni Cami’ye yer açmak için yıkılmasına kadar, Eminönü rıhtımı boyunca Karay Yahudileri yaşıyordu. (“Yeni” sözcüğü İstanbul’da, tıpkı Oxford’daki 14. yüzyılın “Yeni Kolej”i gibi görecelidir.) İşçi sınıfından olan Yahudiler, Rum mahallesi Fener’e komşu olan Haliç kıyısındaki Balat’a taşınırken daha zengin olanlar da geleneksel olarak Ceneviz, Venedik ve diğer İtalyan denizci ve tüccarlarına ev sahipliği yapmış olan Galata’ya yöneldiler. Aynı zamanda Marmara Denizi’ndeki Prens Adaları da bu azınlıkların birçoğuna ev sahipliği yapıyordu. Israrcı bir Hıristiyan önyargısına rağmen, sultanlar Yahudileri cesurca savundular. 1840 yılında I. Abdülmecit özellikle “Yahudi ulusunun korunacağına ve savunulacağına” dair bir ferman yayınladı.
Birçoğu, Avrupalılaşmış Karaköy semtindeki Bankalar Caddesi etrafında yaşayan İstanbullu Yahudi topluluğu, Osmanlı bürokrasisinin ihtiyaçlarına hizmet etti. Diğer birçok Yahudi de şimdiki adıyla bankacılık sektörü için çalıştılar. Bu ailelerin en önemlisi 18. yüzyılda şehre gelmiş Venedikli Yahudi sermayedar ve emlak baronları Kamondo Ailesiydi. 1881 yılına ait emlak araştırması listesinde Kamondoların 10 adet han, 27 adet apartman ve ev, bir adet tiyatro, 50 adet dükkân ve Boğaziçi’nde 2 adet yalıya sahip oldukları görülmektedir.
Ne yazık ki Kamondolar 19. yüzyılda faaliyetlerini Paris’e taşıdı. Gecenin bir yarısında Naziler kapıları vurarak Parisli Yahudileri toplayıp pek azının dönebildiği doğuya giden trenlere bindirdiklerinde, bu göç etmiş İstanbullular Atatürk Türkiye’sinde sahip olacakları himayeden yoksun kalmış oldular. Kamondoların sonuncusu da Auschwitz’te can verdi. Paris’te bıraktıkları hatıra, dekoratif sanatlara tahsis edilmiş olan “Nissim de Camondo Müzesi”dir. Bu zarif konak 1860 İstanbul doğumlu Moise Camondo tarafından I. Dünya Savaşı sırasında Fransa için savaşan oğlu Nissim adına Fransızlara verilmişti.
Büyükada’daki Splendido Oteli’nin lobisinde sigara tüttürüp atalarına ait Sefarad dilinde skor tutarak briç oynayan yaşça geçkin Yahudi hanımları hâlâ nadiren de olsa görebiliriz. Karaköy’deki Yahudi Müzesi İstanbul’un tarihini bu açıdan görmek için iyi bir mekândır.
İstanbullu azınlıklar için her şey bu kadar da ahenkli değildi. 16. yüzyılın başında I. Selim, 2 yaşlı yeniçerinin bunun bir fetihten ziyade anlaşma olduğu konusunda kendisini ikna etmelerine kadar şehirdeki tüm kiliseleri kapatmak istiyordu. İslam geleneklerine göre bu durum, kentin sakinlerinin ibadet yerlerini korumasına izin verilmesi anlamına geliyordu. 19 yüzyılda yeri yerinden oynatacak olan milliyetçilik rüzgârları, ulusların daha büyük bir kültürel ve politik kimlik içinde birleştiğini öne süren Osmanlı ruhuna aykırı düştü.
Osmanlılar, vatandaşları üzerindeki hâkimiyetlerini kaybettikçe ve yıllar içinde her taraftan sürekli olarak saldırıya uğradıkça daha acımasız karşılıklar vermeye başladılar. Philip Man-sel Konstantiniyye, Dünyanın Arzuladığı Şehir kitabında şöyle anlatır: “1896 yılının alelade bir gününde Girit’ten ayaklanma, Lübnan’dan isyan ve Rusya’dan da Ermenilerin Doğu Anadolu’ya akın ettiği haberleri geldi.” Bu Ermeniler, Türk köylüleri, askerleri ve düzensiz Kürt Birlikleri tarafından kıyıma uğramıştı; İstanbullu Ermeniler de tehlike içindeydi. Çarlık Rusyası’yla müttefik olan radikal bir Ermeni grup, yalnızca Osmanlı birliklerine değil Ermeni Patriği’ne de saldırı düzenledi. Çokkültürlü Ortaköy semtinde de Rumlara saldırıldı. 1895 yılında tabanca ve bıçaklarla kuşanmış 2 bin kadar ayaklanmacı devrimci şarkılar söyleyerek “ya özgürlük ya ölüm” sloganıyla Bâb-ı Âli’ye yürüdüler. II. Abdülhamit’te her ikisi de yoktu. Polis kalabalığa ateş açtı ve birçoğu öldürüldü.
1896 yılında Ermeni ihtilalciler, vatandaşlarının kıyıma uğramasına dünyanın dikkatini çekmek istedikleri zaman tabancalar, el bombaları ve dinamitlerle kuşanmış olarak Karaköy’deki Osmanlı Bankası’na doğru harekete geçip birçok insanı öldürdüler, 14 saat boyunca 150 kadar çalışanı ve müşteriyi rehin tuttular. İhtilalcilerin kanundışı hareketlerine maruz kalan Türk topluluğuna ve Sultan II. Abdülhamit’e misilleme yaptılar. (Hem II. Abdülhamit’ten hem de ihtilalcilerin kanundışı hareketleri karşısında öfkelenen Türk topluluktan gelecek misillemeyi harekete geçirdiler.) Polis sokaklarda ve rıhtımda ölümüne dövülen Ermenilere seyirci kaldı. At arabaları cesetleri uzağa taşıdı.
Varlıklı Rumlar, Türkler ve Yahudiler çalışanlarını ve hizmetlilerini koruyabiliyorlardı. Bu durumda en çok acı çeken fakir Ermeniler oldu. Azınlıkların onları yönetenlere karşı ortak bir tavır alması beklenebilirdi ancak durum böyle değildi. Abdülhamit ve Rum Patriği III. Joachim’in oldukça yakın bir ilişkileri vardı; birbirlerine hediyeler veriyor ve Yıldız Sarayı’n-da Rumca sohbet ediyorlardı. Dediğim gibi, Osmanlılar Yahudi vatandaşları için güvenli bir cennet sağlamışlardı. Ancak daha sonraki yıllarda varlık