Название | Büyük evin küçük hanımefendisi |
---|---|
Автор произведения | Джек Лондон |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 978-625-8068-22-1 |
Koleranın yayılmasından büyük ölçüde demiryollarının sorumlu olduğu hiç aklınıza geldi mi? Herhangi bir demiryolu şirketinin, kolera taşıyan bir vagonu tütsülediği ya da dezenfekte ettiğini hiç duydunuz mu? Tarihlere bir bakın: Önce benim gönderdiğim tarihe; sonra domuzun sizin elinize geçtiği tarihe; üçüncüsü de, domuzda belirtilerin ortaya çıktığı tarihe. Belirttiğiniz gibi, erozyonlar yüzünden domuz beş gün boyunca yoldaydı. İlk belirtiler bu hayvan sizin elinize geçtikten yedi gün sonra ortaya çıktı. Bu demektir ki, benim elimden çıktıktan on iki gün sonra.
Hayır, sizinle aynı fikirde olmadığımı söylemek zorundayım. Sürünüzün başına gelen felaketin sorumlusu ben değilim. Ayrıca, size çifte güvence vermek adına, benim mekânımda kolera olup olmadığını belirlemek amacıyla Devlet Veterinerlik Müdürlüğü’ne yazın.
Saygılarımla…”
2. Bölüm
Forrest verandadaki yatak odasından çıkıp camlı kapıdan geçince, önce çok sayıda kilitli dolabın, pencerenin önünde bir divanın ve büyük bir şöminenin bulunduğu ve banyoya açılan rahat bir soyunma odasına; sonra da iş hayatının gerektirdiği tüm araç-gereçlerin –masalar, diktafonlar, dosya dolapları, kitaplıklar, dergi dosyaları ve alçak, kirişli tavana dek uzanan çekmeceler/raf gözleri– bulunduğu uzun bir çalışma odasına geldi.
Çalışma odasının ortasında bir düğmeye bastı ve bir dizi kitap dolu raf, bir eksen etrafında dönerek ortaya çelikten yapılmış bir helezonik merdiven çıkardı. Forrest, mahmuzlarının takılmasını önlemek amacıyla basamaklardan dikkatle indi ve kitap rafları, arkasından tekrar yerlerine geldi.
Merdivenlerin dibinde başka bir düğmeye basınca, başka kitap rafları dönerek Forrest’ın, yerden tavana dek kitaplarla dolu olan rafların bulunduğu uzun, alçak bir odaya girmesini sağladı. Forrest doğruca bir kitaplığın bir rafına gitti ve hiç hata yapmadan, elini aradığı kitabın üstüne koydu. Bir dakika boyunca sayfaları karıştırdı, aradığı pasajı buldu, haklı çıktığı için kendi kendine başını salladı ve kitabı yerine koydu.
Kapıdan çıkıldığında, aralarına kızılçam kütükleri dizilmiş ve daha küçük kızılçam tomrukları geçirilmiş –hepsi de ağaç kabuğunun canlı moruyla sert ve buruşuk kadife izlenimi veren– kare beton sütunlarla çevrili bir çardağa yol açılıyordu.
Evin beton duvarlarının arasında yüzlerce adım atmak zorunda kaldığına göre, belli ki, dışarıya kestirmeden çıkmamıştı. Uzun, kazınmış, iple bağlanmış parmaklıkların ve birçok atın bastığı yerleri gösteren toynakların çiğnediği, çakıl taşlarının olduğu enine yayılmış, yıllanmış meşe ağaçlarının altında, donuk sarı, neredeyse altın rengi, doru kısrağı buldu. Bu bahar sabahında bakımlı tüyleri capcanlıydı ve ağaçların kenarından eğimli bir şekilde doğrudan gelen sabah güneşinde pırıl pırıl parlıyordu. Kendi de canlıydı ve ışıldıyordu. Aygır duruşu vardı ve omurgasından aşağıya doğru, atalarının çeşit çeşit yabani at olduğunu belli eden, dar bir şerit halinde koyu renk tüyler iniyordu.
“Yamyam bu sabah nasıl?” diye sorarken boynundaki kemendi çıkardı.
Hayvan, bir atın sahip olabileceği –dağlardaki yabani kısraklarla bazı safkanların yaşadığı vahşi sevgiyi anlatan– en küçük boyuttaki kulaklarını yatırdı; muzip dişleriyle muzipçe ışıldayan gözleriyle, Forrest’ı ısırmaya çalıştı.
Forrest, atın eyerine otururken, at yan yan gitti ve gerilemeye çalıştı. Sonra geri geri gitme girişiminde bulunarak çakıllı yoldan aşağıya indi. Başını aşağıda tutan martingal kayışı olmasa, gerçekten de geri geri giderdi. Sonuçta bu kayış, at öfkeyle başını geriye savurduğunda, binicisinin burnunu korumak için yapılmıştı.
Forrest ata o kadar alışkındı ki, onun tuhaflıklarını pek fark etmedi. Dizginin, kavisli boynuna hafifçe değmesi ya da mahmuzuyla dokunması veya diziyle baskı yapmasıyla atı kendiliğinden, istediği şekilde yönlendiriyordu. Bir keresinde, at dönüp dans ederken, Forrest bir an Büyük Ev’i görmüştü. Ev her şeyiyle büyüktü; ancak öyle derbeder bir yapısı vardı ki, göründüğü kadar büyük değildi aslında. Ön yüzü iki yüz kırk metre uzanıyordu. Ama bu iki yüz kırk metrenin büyük bir kısmı, binanın çeşitli bölümlerini birleştiren beton duvarlı, kiremit çatılı koridorlardan oluşuyordu sadece. Aynı oranda avlular ve çardaklar vardı; bütün duvarlar, çok sayıdaki dik açılı çıkıntı ve girintileriyle, bir yeşillik ve gonca yatağından yükseliyordu.
İspanyol tarzında yapılmış olan Büyük Ev’in mimarisi, yüzyıl önce Meksika kanalıyla uygulanmaya başlanan ve modern mimarlar tarafından günün Kaliforniya-İspanyol stilinde (İspanyol mimarisine uyarlanan Kaliforniya stili) değildi. Büyük Ev’i tüm karışımıyla teknik olarak tanımlayan tür, İspanyol–Moresk’ti, gerçi bu terimi hararetli bir şekilde tartışan uzmanlar vardı.
Sadeliği olmayan ferahlık ve gösterişi olmayan güzellik, Büyük Ev’in yarattığı temel izlenimlerdi. Uzun ve yatay çizgileri, sadece dikey ve dik açılı girintiler ile çıkıntıların çizgileriyle bölünüyor ve bu, yapıyı bir manastırınki kadar yalın hale getiriyordu. Ancak düzensiz çatı hattı, monotonluğu yok ediyordu.
Kare çıkıntılar halindeki kuleler ve kulelerin üstündeki kuleler, bodur değil ama alçak ve derme çatma olsalar bile, gökleri delmeden yeterli yükseklik boyutunu sağlıyordu. Büyük Ev’in yarattığı duygu dayanışmaydı. Depremlere meydan okuyordu. Bin yıl ayakta kalacak şekilde kurulmuştu. Katışıksız betonun üstü, katışıksız çimentolu krem sıvayla kaplanmıştı. Bir kez daha, kırmızı İspanyol kiremitlerle kaplı çok sayıdaki düz çatılar durumu kurtarmasa, rengin aynılığı göze monoton gelebilirdi.
Kısrak gereksiz yere fıldır fıldır dönerken, Dick Forrest’ın gözleri o bir anlık bakışla, Büyük Ev’in tamamını kavradı, sonra binanın altmış metrelik avlusunun karşısındaki büyük kanada odaklandı. Sabah güneşinde kırmızı filelerle kaplanmışçasına, üst üste duran kulelerin altında yer alan verandadaki yatak odasının kapalı panjurları, hanımefendisinin hâlâ uyuduğunu gösteriyordu.
Forrest’ın etrafındaki dünyanın dörtte üçü boyunca, düzgün, çitle çevrilmiş, ekilmiş ve otlak halinde alçak tepeler yükseliyordu; daha yüksek tepelere ve dik, ağaçlıklı yamaçlara, sonrasında da gökyüzüne doğru, daha dik, görkemli dağlara dönüşüyorlardı. Dördüncü çeyrek, dağların oluşturduğu duvarlar ve tepelerle sınırsız bir görüntü oluşturuyordu. Uzaklarda dağlar alçalıyor, temiz, kırılgan, buz gibi havaya rağmen geniş düzlüklere dönüşüyordu.
Forrest’ın altındaki kısrak kişnedi. Onu düzeltip yola yönlendirirken ve bir tarafa zorlarken dizlerini sıktı. Aşağıda, çakıllarda çınlayan ayak seslerinin yanında, nehir halinde yanardöner beyaz ipekler süzülüyordu. Bunların ödüllü Ankara keçisi sürüsü olduğunu hemen anladı. Hepsi de safkandı ve her birinin bir öyküsü vardı. Yaklaşık iki yüz tane keçi olması gerekiyordu. Ayrıca kendisinin yürüttüğü titiz seçim doğrultusunda ve sonbaharda kırpılmadıklarından, keçilerin yanlarından sarkan parlak tiftiğin yeni doğmuş bir bebeğin saçları kadar, hatta daha da ince olduğunu biliyordu. Bir albinonun saçları kadar, hatta daha da beyaz; otuz santimlik elyaftan daha uzun olduğunu ve en iyi hayvanların tiftiğinin, istenilen her renge boyanarak kadınların başlarına elli santimlik takma saç örgüsü olacağını da biliyordu.
Görüntünün güzelliği