Название | Safahat |
---|---|
Автор произведения | Mehmet Akif Ersoy |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 978-605-121-909-7 |
Başının üstündeki semanın heybeti yıldızları, ayağının altındaki arzın acayip nakışları zavallıyı her nefesinde dehşete uğratır ve yok olmak hevesine düşürür!
Lâkin bu heves, başka bir hevesin mağlûbudur ki o tabiî bulunan yaşamak hırsıdır.
Hayatın her anı, bir azap derdi olsa da insan bir türlü ölüme razı olmaz. Ömür bin türlü meşakkatle yüklü olsa da beşer yaşamaktan memnundur.
Dünyada kalabilmesi için ne lazımsa âciz kuvvetlerini onun elde edilmesine sarf eder. Çalışma denilen kılıcı elinden bırakmaz, üstüne saldıran zaruret ve ihtiyaç ile boğuşur.
Soğuklarda ısınmasını, bir dam çatarak altında barınmasını ister. Yiyeceğe, giyeceğe, yakacağa ve daha bin türlü şeylere ihtiyacı vardır.
Zavallı insan, bu dünya pazarında her gün bir kâr için dövünüp dolaşmaktadır ki bu kadar uğraşmadan maksat, yaşamaktan ibarettir.
Yaşamaktan da elbet bir maksat olacaktır. Lâkin bunu bulmak ve anlamak için düşünmeye vakti yoktur. Zira olanca vakti yaşamak için uğraşmaya sarf edilmektedir.
İnsanın insanlığı ruhu ile kaim olduğu hâlde birçok kimselerde o ruh, bedenin emellerine hâdim olmaktadır. Eğer ruhu yükseltmeye nöbet gelmiş olsaydı hayattan gaye ne olduğu anlaşılırdı.
Benim yaradılıştan anladığım bir şey varsa şudur : Dünyayı yaratan Allah hilkat mübhem bir düğüm gibi kalsın diye insanları hayat ihtiyaçlarına daldırmış, ezhan-ı beşeri başka taraflara çevirmiştir.
Ömrün şimşek gibi süratli geçişi, geçinmenin hadsiz, hesapsız ihtiyacı, Hâlik’ın maksadı ne olduğunu dünyaya göstermektedir.
Kimden kime şikâyet edeceğimizi biz de şaşırdık.
133
Sülfiyet rüzgârı, içinden ve kenarından fırtına koparıyor. Ulviyet ruhu da hariminden ve civarından kaçıyor.
134
Sarsılan ve titreyen toprağından binlerce ümitsizlik iniltisi çıkmakta, gece karanlığı saçan fezasından kabir zulmetleri inerken sessiz duran, fakat kalben inleyen her taşından gizli gizli feryatlar duyulmakta!
135
Bozulmuş aile yuvaları, sanki mezarlarından çıkmış da çatlamış duvarlarından tezallûm için ağız açmış!
136
Sönük sönük titreyen kandilinden etrafa matem isleri yağıyor, sahasını kaplıyan tozlar içinden sönüp gitmiş ocaklar yükseliyor!
137
İçerisine bir kere giren, iğreti hayatına nâdim olur, sallanarak çıkan ise artık dünya işlerine yabancı bir serseri hâlini alır.
138
Buraya devam edenlerin yüzsuyu, artık şaraplar gibi zemine dökülmüş, emel ve arzuları kırık bir kadeh gibi süprüntü tenekesine atılmış.
139
İnsanlık ruhu şarap dalgaları arasında boğulmuş, mel'anet ve
140
Şu ayyaşın hayalinde ne mazi ne de gelecek düşüncesi vardır. Mecalsiz elinde yakıcı bir zehir tutarak, en genç çağında ölümünü bekler.
141
Sararmış alnında derin bir çizgi arasında ömrünün acılığı teressüm etmiş! Alnının, meali olmayan kara yazısından ancak o anlaşılıyor. Bir de taş kesilmiş dilsiz bakışlarında ebedî bir unutkanlık hissediliyor!
142
Kabristanın dehşetli sahasına bakıp geçme. Birazcık olsun dur da sukûtî iniltisine kulak ver. Bak ki, kalbi heybetli simasına benziyor mu? Hayatın coşkun seline kapılmış olanlar, yorgun düşüp bir gün gelirler, bunun kucağına can atarlar.
143
Ey mezarlık, ne acayip bir âlemsin. Fıtratın ne kadar da yüksek! İnsanlığın en seçme evlâdı sende gizlenmiştir. Korku ve ümitsizliğin feryadı, senden imdat ister. Sen bir yığın göz nurusun, yahut milletin coşan gözyaşlarıyla yoğrulmuşsun!
144
Sen şanlı bir tarihsin ki milletin mazisi sende gömülüdür, ibret sende, hikmet sende, istilâ devri hatırında olduğu için devlet de sendedir. Mâdem ki hürriyet ve hamaset sendedir, bence yaşamak zillettir, şeref izzet sendedir.
145
Ey yoklukla varlığın sınır başı olan salâh iklimi; kimsesizlerin başlarında ebedî bir saye ve şefkatli bir kanat olmasan o biçareler nereden bir ferah ve inşirah bulabilirler. Uzun ve koyu gölgende öyle bir kurtuluş rengi var ki, uzun uzadıya olan gecene yüz bin sabah feda olsun.
146
Senin cevherin toprak değil, başka bir maden. Üzerine basıp geçenler, toprağının her zerresi binlerce beynin hülâsası olduğunu bilmezler. Ey marifet zemini, senin mayan o kadar feyizli ki, her beden senin gölgeliğinden çıkarken ruh olur.
147
Ey mezarlık, senin derununda binlerce ay yüzlü gizlenmiştir, çürümüş toprağından bütün göz nuru fışkırmaktadır. Her otun, nazlı güzellerin boy ve boslarından nişandır. Servilerin Allah’a yükselmiş derunî birer ah, çukurların da Mevlâ’dan inmiş emin ve tecavüzden mâsûm bir uyku yeridir.
148
Ey gece odası, ey yokluk bucağı, ey Hakk’ın perde perde azamet ve kibriyası; bütün ümitler sendedir, bekâ sahası senden doğar. Dikili taşların her parçası, lâhutî manalı binlerce şiir okumakta, taşlarındaki neşideler ebediyeti ruha tanıttırmak. Ey semâvî toprak; benden sana binlerce selâm ve ihtirâm.
149
Hayatın istekleri ruhumu sıkınca ölüler mahallesi, yani mezarlık biricik seyir yerim olur. Yaşayışın gürültülü muhitinde daimî bir ferah yoktur, ikinci hayatın zemin-i pâkinde ne hırs ve mezellet bulaşıklığı vardır, ne de harim-i hâkinde geçinmenin hây ü huyu mevcuttur. Bu huzur ve sükûn kâinatın sessiz fezasını görünce, perîşân ömrümün acılığını bir an için olsa bile hayalimden atarım; mâsivâ tâbir edilen şu âlemden uzaklaşırım. Şu mâsivâ denilen düğüm üstüne düğüm olmuş bağlar kırılıp açılmadan ruh bir dem bile rahat edemez. Fakat o düğümün kırılması için böyle bir zemin ve bir kalb-i âhenin ister.
150
Geçen sabah Eyyûb'a doğru gidiyordum. Şehrin surundan çıkıp birkaç adım atınca nazarımda ufuk değişti, önümden eski cihan çekildi, karşımda geniş bir mezarlık göründü ki, koca bir ebediyet denizi idi. Taştan mezarları da o denizin donmuş dalgaları demekti! Onun kenarında durmadım. En derin yerine girdim. Taşlardan birine dayanıp oturdum. Sağ ve sol, sükût örtüsüne bürünmüştü. Ağaçlar ve zemin sükût içinde idi. O yükselip donmuş dalgalar ve koca deniz, derin bir uykuya dalmış, her taraf sessizlik içinde kalmıştı.