Название | Avonleali Anne |
---|---|
Автор произведения | Люси Мод Монтгомери |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 978-605-121-891-5 |
“Çünkü…” diyerek izah etti Gilbert, Lanetli Koru’dan eve doğru Anne ile birlikte yürüdükleri sırada. “Pyeların hepsi o caddede yaşıyor ve eğer içlerinden biri bizzat tetkik etmezse bir sent bile vermezler.”
Anne ve Diana takip eden cumartesi işe koyuldu. Yolun sonuna kadar gittiler ve eve dönünceye kadar kapı kapı dolaştılar. İlk olarak “Andrew kızlarını” ziyaret ettiler.
“Eğer Catherine yalnızsa bir şeyler alabiliriz.” dedi Diana. “Fakat Eliza da oradaysa bir şey alamayız.”
Eliza oradaydı. Fazlasıyla oradaydı hem de. Üstelik her zamankinden daha suratsızdı. Bayan Eliza, hayatın hakiki bir gözyaşı diyarı olduğu izlenimini veren insanlardı. Ve bir gülümseme, kahkahanın bahsi bile olamaz, ayıplanacak bir enerji kaybıydı ona soracak olursanız. Andrew kızları elli yıldır “kızlardı” ve dünyevi yolculuklarının sonuna dek de bu şekilde kalacak gibiydiler. Söylentilere göre Catherine umudunu tamamen yitirmese de doğuştan karamsar olan Eliza’nın hiçbir zaman umudu olmamıştı. Mark Andrew’un kayın ormanının güneşli bir köşesi kazılarak yapılmış kahverengi küçük bir evde yaşarlardı. Eliza bu bölgenin yazın feci sıcak olduğundan şikâyet ederken Catherine burada kışların tatlı ve sıcak geçtiğini söylerdi.
Eliza kırkyama dikiyordu, fakat gerektiğinden değil de Catherine’in işlediği boş dantel işine tepki göstermek için. Eliza sebebi ziyaretlerini açıklayan kızları çatık kaşla, Catherine ise gülümsemeyle dinledi. Catherine, Eliza ile göz göze geldiğinde yüzündeki gülümsemeyi suçlu bir kafa karışıklığı ile siliyordu ona şüphe yok. Ancak aynı gülümseme kısa süre sonra tekrar yavaş yavaş beliriyordu yüzünde.
“Eğer ziyan edecek param olsaydı…” dedi Eliza somurtkan bir şekilde. “Parayı yakar ve ortaya çıkan alevleri seyrederek keyiflenebilirdim. Ama o binaya vermezdim, bir sentini bile. Bu yerleşim yerine hiçbir faydası yok. O yer evlerinde ve yataklarında olması gereken gençlerinin buluşup şamata ettikleri bir yer sadece.”
“Ama Eliza, gençlerin de eğlenmesi lazım.” diyerek itiraz etti Catherine.
“Ben lüzum görmüyorum. Biz gençken orada burada sürtmezdik Catherine Andrews. Dünya gittikçe daha kötü bir hâl alıyor.”
“Bence daha da güzelleşiyor.” dedi Catherine sertçe.
“Öyle mi dersin!” Bayan Eliza’nın ses tonu mümkün olan en yüksek düzeyde küçümsemeyi ilan ediyordu. “Ne düşündüğünün bir anlamı yok, Catherine Andrews. Gerçek gerçektir.”
“Yani ben her zaman işlere olumlu yönden bakarım, Eliza.”
“Bunun olumlu yönü yok.”
“Ama gerçekten var.” diye haykırdı, bu aykırı duruma sessizlik içinde tahammül edemeyen Anne. “Hem de çok sayıda olumlu yönü var Bayan Andrews. Dünya güzel bir yer.”
“Eğer benim kadar uzun süre yaşamış olsaydın böylesine olumlu fikirlerin olmazdı.” diyerek keskin bir cevap verdi Bayan Eliza yüzünü ekşiterek. “Ayrıca bu dünyayı geliştirmek için de bu kadar hevesli olmazdın. Annen nasıl Diana? Olur şey değil, son zamanlarda kuvvetten kesilmiş galiba. Çok feci bitkin görünüyor. Peki, Marilla’nın tamamen kör olmasına ne kadar kaldı Anne?”
“Eğer çok dikkatli olursa gözlerinin daha kötüye gitmeyeceğini söyledi doktor.” dedi Anne kekeleyerek.
Eliza kafasını salladı.
“Doktorlar insanların moralini bozmamak için hep böyle konuşuyorlar. Yerinde olsam fazla ümitlenmezdim. En kötüsüne hazır olmak en iyisidir.”
“Peki, en iyisi için de hazırlanmamız gerekmez mi?” dedi Anne. “En kötüsünün olması kadar mümkün bu da.”
“Tecrübelerime göre öyle değil. Senin on altı yaşına karşın ben elli yedi yıl yaşadım.” diye cevap verdi Eliza. “Kalkıyor musunuz? Umarım bu topluluk Avonlea’nin daha da dibe vurmasını engeller ama çok da ümidim yok bu konuda.”
Anne ve Diana oradan seve seve uzaklaşıp tombul midilli ne kadar uzağa gidebilirse o kadar uzağa gittiler. Kayın ormanının aşağısındaki kavisten döndüklerinde dolgun bir silüetin Bay Andrews’un çayırından hızla geçerek kendilerine heyecanla el salladığını gördüler. Gelen kişi Catherine Andrews’tu ve o kadar nefes nefese kalmıştı ki güç bela konuşuyordu. Anne’in eline birkaç çeyreklik sıkıştırdı.
“Avonlea binasının boyanması için katkıda bulunmak istiyorum.” dedi tek solukta. “Size bir dolar vermek isterdim ama Eliza öğrenir diye yumurta paramdan daha fazlasını almaya cesaret edemiyorum. Topluluğunuz çok ilgimi çekti ve çok iyi şeyler yapacağınıza inanıyorum. Ben iyimser biriyim. Eliza ile yaşadığımdan böyle olmak zorundayım. Yokluğumu fark etmeden geri dönmem lazım. Tavukları beslediğimi düşünüyor. Kapı kapı dolaşma işinde size başarılar diliyorum. Eliza’nın dedikleri canınızı sıkmasın. Dünya daha iyiye gidiyor. Kesinlikle öyle.”
Bir sonraki ev Daniel Blair’in eviydi.
“Her şey karısının evde olup olmamasına bağlı.” dedi Diana derin tekerlek izleriyle dolu yoldan ilerledikleri sırada. “Eğer evdeyse tek sent alamayız. Dan Blair’in eşinin iznini almadan saçını kestirmeye cesaret edemediğini söylüyor herkes. En hafif tabirle çok cimri bir insan. Dediğine göre cömert olmadan önce adil olması gerekiyormuş. Bayan Lynde’e soracak olursan o kadar çok ‘önceymiş’ ki cömerte bir türlü sıra gelmiyormuş.”
Anne, Blair hanesinde yaşadıklarını o akşam Marilla’ya anlattı.
“Atlarımızı bağlayıp mutfak kapısını tıklattık. Kimse cevap vermedi ama kapı açıktı ve kilerdeki bir kişinin korkunç bir şekilde saydırdığını duyabiliyorduk. Kelimeleri anlayamasak da Diana bu kelimelerin tınısından küfür olduklarını anladığını söyledi. Her zaman sessiz ve uysal olan Bay Blair’e inanamadım Marilla; çünkü sinirden küplere biniyordu. Zavallı adam pancar gibi kızarmıştı ve alnından terler dökülüyordu. Eşinin pötikareli önlüklerinden biri vardı üzerinde. ‘Şu canı çıkmayasıca şeyi kapatamıyorum.’ dedi. ‘O kadar sıkı bağlanmış ki çözülmüyor da. Beni hoş görmek zorundasınız hanımlar.’ Hiç sorun olmadığını söyledikten sonra içeri girip oturduk. Bay Blair de oturdu. Önlüğü arkasına alıp büktükten sonra sardı. Ama o kadar utanmış ve endişeli görünüyordu ki onun adına üzüldüm. Diana da uygunsuz bir zamanda gelip gelmediğimizi sordu. ‘Hiç alakası yok.’ dedi Bay Blair gülümsemeye çalışarak. Biliyorsun o her zaman kibardır. ‘Biraz meşguldüm. Kek yapmaya çalışıyordum. Eşim kız kardeşinin bu akşam Montreal’den buraya ziyarete geleceğini haber veren bir telgraf aldı.’ Tren istasyonuna onu karşılamaya gidecek ve bana da çay için kek yapmamı söyledi. Tarifi yazdı ve bana da ne yapacağımı söyledi. Ama ben talimatların yarısını unuttum bile. Ayrıca şöyle diyor, ‘Damak zevkinize göre tatlandırın.’ Bu ne demek acaba? Nasıl anlayacağım? Peki ya benim damak zevkim diğer kişilerin damak zevkleriyle uyuşmazsa? Küçük katlı bir pasta için bir yemek kaşığı vanilya yeter mi?”
“Zavallı adam için daha fazla üzüldüm. Bu adamın bildiği bir iş değildi. Daha önce kılıbık kocalar duymuştum ama galiba ilk kez birini gördüm. İçimden şöyle söylemek geldi. ‘Bay Blair, eğer Avonlea binası için katkıda bulunursanız kekinizi karıştırırım.’ Sonra sıkıntı içindeki bir insanla pazarlık etmenin pek de komşuluğa yakışır