Bayan Wagner burjuva dünyasında sakin bir şekilde yaşayan; ünlü, kültürlü ve saygın bir avukatla sekiz yıllık evli, iki çocuğuyla huzurlu ve mutlu sayılırdı. Bir akşam tesadüfen tanıştığı genç piyanistle başlayan gönül ilişkisiyle kendini bambaşka bir dünyada bulur. Hükmedemediği karmaşık duyguları onu maceraya sürüklerken aynı zamanda tehlike ve korkunun da derinliğini fark edecekti. Maruz kaldığı şantaj ve hoyratlık karşısında savunmasız, çaresiz ve yakıcı korkularının içinde duyduğu suçluluk, ruhunu trajik bir sona doğru götürecekti… “Ne diye bağırdım, neleri ele verdim?” diye ürperdi Irene. Ne biliyor acaba? Gözlerini kaldırıp kocasının gözlerine bakmaya cesaret edemedi. Ama o, garip bir sakinlikte ve gayet ciddi, kendisine bakıyordu.
Rumeli’de bir sancak beyi olan Kaplan Paşa, halka zulmünde oldukça ileri gider. Memleketteki hatırı sayılır kişileri ortadan kaldırmış, otoritesini zulümle sağlama yoluna gitmiştir. Esasında tabiatı da yönetimi kadar kötü olan bu kişinin neredeyse tam zıddı bir karaktere sahip olan Muhtar Bey ise halkın başlarında görmek istediği bir beydir. Gelgelelim Muhtar Bey’in böyle bir isteği yoktur. Fakat Kaplan Paşa’nın haris tabiatı, Muhtar Bey’in sevdiği kızı -İsmet Hanım’ı- onun elinden almaya kadar varınca zalim yönetime karşı bir savaş başlar. Bu savaşın kaderi ise İsmet’in dadısı Gülnihal’in ellerindedir… İSMET: “Ne söyleyeceksin? Daha muradına ermedin mi? İşte paşan her ne emredersen yapıyor! İşte Zülfikâr Ağa -şu tüfekçibaşı- yolunuza can veriyor!” GÜLNIHAL: “Ah çocuk! Çocuk! Sen öyle şeyler de mi düşünmeye başladın? Ben… Ben… Ben seni Zülfikâr için feda ettim, öyle mi? Yarın… Yarın… İnşallah bu lakırtının ne kadar merhametsizce bir söz olduğunu anlarsın. O vakit bilmem yüreğime açtığın yaraların kanını silecek kadar gözlerinde yaş bulabilir misin?” İSMET: “Yine mi yalan? Yine mi hile? Hâlâ beni aldatacağını, kullanacağını sanıyorsun! Hâlâ utanmadan yüzüme bakıyorsun. Çekil yanımdan! İstemem, bırak, arkamdan gelme! Ağırlık gibi üzerime düşüp de beni kendi kanımla mı boğacaksın?”
Thomas More’un Utopia’sı klasikler arasında yerini almış hâlen merakla okunan ve kitaplıklardan eksik olmayan eserlerden… Beş yüz yıl öncesinden günümüze ışık tutan Utopia, kimseyi diğerinden üstün görmeyen, sıradan insanların kurduğu, yönettiği ve yaşadığı bir devletin tasviridir. More aynı zamanda şahit olduğu olaylardan ve yaptığı vazifelerden yola çıkarak kurguladığı Utopia mefhumu üzerinden dönemin İngiltere yönetimine de eleştiriler getiriyor. «…Eğer bu şeytanlara karşı bir çözüm üretemezseniz adalet gibi görünen ama kendi içinde hiçbir uygunluğu olmayan zalimliğinizden özgüyle bahsetmeniz pek bir işe yaramayacaktır çünkü halkınızı kötü eğitir ve çocukluktan itibaren yanlış işlere teşvik ederseniz ve bunun sonucundan onları cezalandırırsanız hırsızları önce teşvik edip ardından idam ettiğiniz gerçeğinden başka ne sonuç çıkabilir ki…»
Zamyatin’in vizyonuna göre 26. yüzyılda Utopia sakinleri bireyselliklerini o kadar kaybetmişlerdir ki, kimlikleri ancak sayılardan ibarettir. “Gardiyanlar” olarak adlandırılan siyasi polislerin kendilerini gözlem altında tutabilmesi için camdan evlerde otururlar (kitap televizyonun icadından önce yazılmıştır). Hepsi birbirine eş üniformalar giyerler ve insanlardan genellikle ya “numara”, ya da “ünif” (üniforma) olarak söz edilir. Sentetik besinlerle beslenirler ve en yaygın eğlence biçimi hoparlörlerden yayınlanan “Tek Devlet” marşı eşliğinde dörtlü gruplar halinde uygun adım yürümektir. “Seks saati” denen belirlenmiş zaman dilimlerinde bir saatliğine cam evlerinin perdelerini indirmelerine izin verilir. Doğal olarak evlilik kavramı olmasa da, cinsel yaşam tam olarak da keyfi değildir. Cinsellik amacıyla herkese pembe kuponları olan bir tür karne verilir ve belirlenmiş seks saatlerinden birini paylaşan kişiler de bu kuponu imzalar. Tek Devlet “Hayırsever” olarak anılan bir kişi tarafından yönetilmektedir. Hayırsever her yıl halk tarafından mutlaka oy birliği ile yeniden seçilir. Devletin yönetim ilkesine göre mutluluk ile özgürlük asla bir arada bulunamaz. Adem cennet bahçesinde mutlu iken özgürlüğü isteme hatasında bulunmuş ve bunun bedelini de cennetten kovularak ödemiştir. Tek Devlet ise özgürlüğü ortadan kaldırarak mutluluğu geri getirmiştir. Zamyatin’in romanı genel olarak bizim durumumuzla daha büyük paralellik gösterir. Uygulanan tüm eğitime ve Gardiyanlar’ın yakın takibine rağmen, insanlara özgü içgüdülerin çoğu hala varlığını korumaktadır. Hikâyenin anlatıcısı olan D-503 yetenekli bir mühendis olmakla birlikte pek de kendisiyle barışık olmayan bir kişiliktir ve hissettiği ilkel dürtülerden dolayı dehşete düşmektedir. D-503 yeraltı direniş hareketinin bir üyesi olan I-330’a âşık olur (tabii âşık olmak da bir suçtur) ve kadın bir süreliğine onu isyan hareketinin içine çekmekte başarılı olur. İsyan başladığında Hayırsever’in düşmanlarının oldukça kalabalık olduğu ve bunların devleti yıkmanın yanı sıra, evlerinin perdelerini indirir indirmez sigara içmek ve alkol kullanmak gibi suçlar da işledikleri ortaya çıkar. D-503 sonunda kendi aptallıklarının bedeli ödemekten kurtulur. Yetkililer son zamanlarda yaşanan kuralsızlıkların nedeninin bazı kişilerin yakalandığı ve hayal gücü olarak adlandırılan bir hastalıktan kaynaklandığını keşfettiklerini açıklarlar. Beynin hayal gücünden sorumlu bölgesi saptanmıştır ve hastalık x-ışını uygulaması ile tedavi edilebilmektedir. D-503 bu işlemden geçtikten sonra başından beri yapması gerektiğinin bilincinde olduğu şeyi yapmakta güçlük çekmez ve örgüt arkadaşlarını polise ihbar eder. I-330’a camdan bir fanusun altında basınçlı hava ile işkence uygulanmasını izlerken de hiçbir duygu belirtisi göstermez. George Orwel
Adil insan kimdir? Adil yönetici nasıl olmalı, nasıl yetiştirilmelidir? Dünyadaki en adil ve mutluluk veren yönetim şekli hangisidir? MÖ 340'larda yazılan bu eserin temel soruları bunlardır. Atina'da daha önce görülen hükûmetlerle ve mevcut hükûmet biçimlerini karşılaştırır Platon. İdeal kentin, devletin ve birçok toplumsal birimin yönetimine dair potansiyel biçimleri göz önünde bulundurarak teorilerini hem bireye hem de ideal şehir devletine uygular. Devlet, şüphesiz ki Platon'un asırlar boyunca kılavuz olan, en iyi bilinen eseridir. Demokrasi ile tiranlık arasındaki ince çizgiyi, mağara alegorisini, ruhun ölümsüzlüğünü, şiirin yapısı ve toplum için değeri hakkındaki fikirlerini Sokrates ve arkadaşları arasındaki diyaloglar ile aktarıyor. Balliol Koleji Başkanı Benjamin Jowett'in analizlerinin de yer aldığı bu eserde, tartışılan konuların pek çoğu hâlen güncelliğini koruyor. Belki de görüşlerin asırlar öncesinden şimdiye taşınmasının bir sebebi de bu… «…Bir devlet, anladığıma göre insanların ihtiyaçlarından doğar. Hiç kimse kendi kendine yeterli değildir ve hepimizin ihtiyaçları vardır. Devlet için başka bir çıkış noktası düşünülebilir mi? Öyleyse pek çok ihtiyacımız olduğu için, bir kişi bir amaç için birini, başka amaç için başka birini tutar. Ve bu yardımcılar bir araya getirilip bir yapı oluşturulduğunda buna devlet denir.»
Sorunlarla dolu bir evde geçen çocukluğundan, oradaki anılarından kaçarken yazın dünyasının çatısı altına saklanır Anton Çehov. Ruhuna kanat geren bu çatıya olan minnetini çok çalışmakla, daima üretmekle ve ufak tefek hatalarda onu terk etmemekle verir. Onun için hikaye yazmak, başlı başına ciddi bir iştir; hikayeler gereksiz olan her şeyden arınmalı ve değerli okurunun karşısına en temiz, en yalın haliyle çıkmalıdır. En mühimi ise yazar; her bir cümlesinde okuruna sözler verdiğini bilerek ilerlemeli ve tüm sözlerine sadık kalmalıdır. Zira yazar, bir hikayenin başında okuruna deniz manzarasını göstermişse ikinci veya üçüncü bölümde onu mutlaka mavi sulara daldırmalıdır. Nihayetinde, «Tutamayacağınız sözler vermek, yanlıştır.» Anton Çehov'un hikayelerinde okur; bir hafiye edasıyla betimlemelerin arasına karışmalı, orada kaybolsa bile engin sularla bulaşacağı anı beklemelidir. Anton Çehov'un hikayeleri; kara mizahın gölgesinde yetişirken sokaktaki insanın gerçekliği ile okuru elinden tutup aydınlığa çıkarmakta ve tanıdık yüzlerle karşılaştırmaktadır. Elinizde tuttuğunuz kitaptaki her bir hikaye, sokaktaki insanın dertleriyle yoğrulmakta; yaşanan ancak görmezden gelinen hayal kırıklıklarını, yüreklerde açılan boşlukları, yersiz kuşkuların çıkmaz sokaklarını, yüzlerdeki maskelerin kirli artlarını, uçup giden aşk fısıltılarını, insanın yok yere kendisini kaptırdığı korkularını gün yüzüne çıkarmaktadır. Mühim olan, ey okur; sizin bu gerçeklerle yüzleşmeye cesaretiniz var mıdır?
Şeyh Sadi Şirazî’nin en önemli eserleri arasında yer alan Gülistan insanlara öğüt ve ahlak niteliği taşıyan hikâyelerden oluşan bir şaheserdir. Adil olmayı, dürüstlüğü, hoşgörüyü nasihat eden öykülere yer verilen kitapta, erdem sahibi olmanın vurgusu yapılmıştır. Vefa denilen şey ya esasen bu âlemde yoktur, kuru bir adı vardır yahut bu zamanlarda vefa eden kimse yoktur. Benden ok atmayı öğrenen bir kimse yoktur ki sonunda beni nişan almasın. Şimdi sana bir nasihat daha edeyim: Eğer iğne acısına dayanamazsan parmağını akrebin deliğine sokma. Ekşi yüzlü kimsenin yanında ihtiyaçtan bahsetme çünkü onun fena huyundan incinirsin. Derdini öyle bir kimseye aç ki yüzünden hiç olmazsa peşin olarak huzur bulasın.
Okul arkadaşınızın bir kukla olduğunu düşünebiliyor musunuz? Hem de haylaz mı haylaz, söz dinlemez, ama altın gibi bir kalbi olan bir kukla. Konuşuyor, gülüyor, atlıyor, zıplıyor, oyun oynuyor, kavga ediyor. Tüm bunları yaparken de başından türlü türlü maceralar geçiyor. Carlo Collodi’nin, İtalyan edebiyatının klasiklerinden biri hâline gelmiş olan Pinokyo adlı romanı işte bu kuklanın öyküsünü anlatıyor. Collodi, Pinokyo’da bizi âdeta on dokuzuncu yüzyıl İtalya’sında, aslında kendi memleketi olan Toskana’da büyülü bir yolculuğa çıkarıyor. Bu yolculukta bizlere rehberlik eden Pinokyo bir fakir çocuğu, onu tahtadan yontan Geppetto Usta neredeyse hiçbir şeyi olmayan ama kalbi sevgi dolu, fakir bir marangozu, Pinokyo’nun yol arkadaşları ise kâh iyi kâh kötü karakterleri anlatıyor. Ünlü filozof Benedetto Croce, Pinokyo için “Bu, insani bir kitap ve kalbin yollarını buluyor.” demiş ve Croce eklemişti: “Pinokyo’nun yontulduğu tahta, insanlıktır.” «Artık gerçek bir çocuk olmuştu, tıpkı tüm diğer çocuklar gibi. Etrafına şöyle bir bakındı ve kulübenin her zamanki samandan yapılma duvarları yerine, sade bir zevkle döşenmiş güzel bir oda gördü. Yatağından atlayınca ona bir tablo gibi gelen yeni kıyafetleri, başlığı, deri bir çift çizmeyi hazır buldu…»
“Küçük insanlar”ın yazarı olarak adlandırılan Gogol; Rus toplumunun 19. yüzyıla denk düşen dönemlerinde var olan birey ve toplum ilişkisini, gerçekçi çözümlemelerle eserlerine dâhil etmiş ve Rus realizminin öncüleri arasındaki yerini almıştır. «Ölü Canlar», yazarının elinde ayrıntılarla ince ince işlenen ve uzun bir yazım sürecini kapsayan başyapıtlardandır. Yayımlanmasının üzerine edebiyat çevreleri tarafından övgü ve yergilerin hedefi olan eser; 19. yüzyıl Rusyası’nın günlük yaşamının, sokaktaki insanının ve onların tecrübe ettiği ruh hâllerinin sayfalara yansımasıdır. Gogol, «Ölü Canlar»da bir yüzü toplumu dönük olan; yalnızca görünene değil, eylemlerin arkasına da açılan bir ayna konumundadır. Yazar, başkahramanı Çiçikov’un okuyucunun hoşuna gidip gitmeyeceğinden kuşkuludur zira Çiçikov; bütün yaşamını yalnızca zengin olma arzusu uğruna feda ederek daima bir yerlere yetişmek çabasıyla Rusya sokaklarında koşturan, sıradan insanın tipidir. Onun karmaşık iç dünyası, bütünüyle anlaşılamaz değildir; nihayetinde Çiçikov, yazım sürecinde Gogol’un geçirdiği ruhsal krizlerin ortağı ve en yakın tanığıdır. «Ölü Canlar», üç cilt olarak yazılmak üzere planlanır; Çiçikov’a biçilen ömür, üç ciltlik bir süreçtir. Lakin ilk ciltteki kahramanların olumsuz özellikler göstermesi yazarı rahatsız eder; ikinci ciltte de Çiçikov, yüce gönüllü bir insana dönüşemez. Bu bir ceza mıdır, bilinmez; ikinci cildin yaprakları, tüm el yazmaları, yazar tarafından ateşe atılır. Çiçikov; belki de umut vadeden bir insan tipine dönüşecekken Gogol’un yaktığı ateşin alevlerine mahkûm kalır. Asla yazılamayan üçüncü cilt ise siz okuyucuların engin yaratıcı gücüne bırakılır. Elinizdeki kitabı okuyan her zihin, kendi Çiçikov’unu yaratacaktır. «Benim de uzun bir süre garip kahramanımla el ele yürümeme, olağanüstü bir hızla geçip giden hayatını herkesin gördüğü gülüşler ve kimsenin göremediği esrarengiz gözyaşları arasından izlememe karar verilmiş.»
Eski zamanların güzel İngiltere’sinde, Kral İkinci Henry’nin hüküm sürdüğü yıllarda, Nottingham kasabası yakınlarındaki Sherwood Ormanı’nın yemyeşil korularında, Robin Hood adında ünlü bir kanun kaçağı yaşardı. İşte böyle başlıyor Robin Hood’un hikâyesi… Bir ormancıyı öldürdüğü için kanun kaçağına dönüşen ve yanına topladığı adamlarıyla “neşe içinde” bir hayat süren Robin Hood’un başından bela hiç eksik olmuyor. Ama o ve adamları korku nedir bilmediklerinden her tehlike onlar için bir maceraya dönüşüyor. Zenginden alıp yoksula dağıtan, kadınlara asla zarar vermeyen bu çete, bir gün Kral Richard’ı bile yaşadıkları ormanda ağırlıyor ki yiğitliğin ve cesaretin bu derece itibar görmesi pek de akla sığar şey değil. Maceraperest ruhlarını hiçbir zaman yitirmeyen bu neşeli adamların serüvenlerini okurken Pyle, yaşadığımız dünyayı unutmamızı sağlayıp eşsiz bir “ziyafete” davet ediyor bizi.