Elips Kitap

Все книги издательства Elips Kitap


    Münevver

    Güzide Sabri

    Güzide Sabri sanat hayatını şiir, hikâye gibi türlerle şekillendirse de ona asıl şöhret kapısını aralayan romanları olmuştur. 1899 yılında Hanımlara Mahsus Gazete’de tefrika edilen Münevver, Güzide Sabri’nin 1901 yılında kitap hâline getirilen ilk romanıdır. Bu eseri diğerlerinden ayıran en önemli özelliği ise yazarın, doğum yaptıktan sonra kan kusarak yaşamını yitiren en yakın arkadaşı Münevver Hüsniye’den etkilenerek gerçeklikten yola çıkarak kaleme almış olmasıdır. Romanın büsbütün farklı bir tabiata sahip başkahramanı Münevver, “aydın” anlamına gelen isminin aksine “karanlık” bir hayat sürmektedir. Öyle ki pek çok kişide hüzünlü duygular uyandıran sonbaharın onun nazarında farklı bir ehemmiyeti vardır. Bütün güzelliklerin ızdıraba döndüğü, rayihalı rengârenk çiçeklerin kuruyup yok olduğu bu ölü mevsim gibi onun da ruhu yaşamaz olmuş, yüreğinde açan tek çiçek solmuştu. Okuyucularını tesiri altında bırakan bu kitapta sevenler kavuşacak mı yoksa vuslat mahşere mi kalacaktı?.. «Bak, şu dökülen, ölen yapraklara… Hayatın zevalini tasvir eden ne acı, ne ibretli bir levha değil mi? İnsan bunların düştüğünü gördükçe her saadetin bir felaketi, her hayatın acı bir nihayeti, her kemalin bir zevali olduğunu düşünüyor.»

    Eşber

    Abdülhak Hamit Tarhan

    Türk edebiyatının en üretken isimlerinden olan Abdülhak Hamit Tarhan, yeni Türk şiirinin kurucuları arasında yer almakla birlikte birçok başarılı tiyatro eserine de imza atmıştır. Abdülhak Hamit Tarhan'ın konusunu Antik Çağ tarihinden alarak yazdığı eseri Eşber, temelde Makedonya Hükümdarı İskender ile Keşmir Meliki Eşber’in mücadelesini anlatmaktadır. İskender'in, fethetmek üzere gözünü Pencap'a dikmesiyle birlikte Eşber; teslim olmayı kabul etmeyerek olası bir savaşı göze almıştır. Vatanını savunma arzusu ve cihangirlik duygularıyla dolan Eşber; kardeşi Sumru'nun dahi varlığını görmezden gelmiş, kendisini bekleyen sona emin adımlarla ilerlemiştir. «Eşber», tüm bu duygular arasında boş yere yitip giden hayatların hikâyesidir. «İskender: Efkârımı sen de etme tehyîç!.. Rastû, bu nedir?.. Aristo: Zafer veya hiç!..»

    Hâristan

    Ahmet Hikmet Müftüoğlu

    Servet-i Fünûn ve II. Meşrutiyet sonrası dönemlerde eserler ortaya koymuş olan Ahmet Hikmet Müftüoğlu; Türk edebiyatı tarihinin önemli şahsiyetleri arasında yer almaktadır. Türkçülük akımı ışığında çeşitli eserler kaleme alan yazarın hikâyelerinin muhtevası, hem sosyal hem de ferdî meselelerden oluşmaktadır. Esere ismini veren Hâristan, diken bahçesidir; ilk hikâyede onun yanında var olan ise Gülistan’dır, gül bahçesidir. Dikenli bahçelerde elleri kanarken insanın, güllerin mahmur eden kokusu acılarını dindirebilir. Yaşam, her zaman gül bahçelerine giden dikenli yollarla çevrilidir. Ahmet Hikmet Müftüoğlu da gerçek mutluluğu ancak bu iki diyarın birleşmesinde görmektedir.Elinizdeki eserin her bir cümlesi, cümleler içindeki her bir kelimesi; geçmişten günümüze doğru esen bir yel gibidir. Okur, her sayfa çevirişinde esen o yelin kokusunu hissedecek, taşıdığı havanın yumuşaklığıyla sarıp sarmalanacaktır. Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun kalemini savurarak estirdiği bu yel, okurun yüreğine dokunacak; kimini yakacak kimini ise serinletecektir.

    Cezmi

    Namık Kemal

    Çok iyi bir atlı sipahi olan, iyi silah kullanan şair ruhlu Cezmi’nin serüveni Sokollu Mehmet Paşa döneminde İstanbul’da başlar. Ardından Azerbaycan ve İran’da bulur kendini Cezmi. Son olarak da Tebriz Sarayı’nda türlü entrikaların içinde. Kılık değiştirerek vatanına geri dönerken başından türlü maceralar geçmiş, ölümlerden dönmüş, cinayetlere şahit olmuş, saray entrikalarının içinde bulunmuştur. Türk edebiyatının ilk tarihî romanı olma özelliğini taşıyan “Cezmi”yi, büyük vatan şairi Namık Kemal, Midilli’deyken kaleme almıştır. Bu eserde, Namık Kemal’in diğer eserlerinde olduğu gibi, İslam birliği düşüncesine atıfları oldukça göze çarpmakta ve vatan, millet aşkı da Cezmi’nin şahsında işlenmektedir.

    Yara

    Mehmet Rauf

    Ağır bir hastalığa yakalanan Leyla, genç ve şımarık bir genç kızdır. Annesi Saniha Hanım’ın, kızını tedavi eden Doktor Sabih Bey’in yakın ilgisi dikkatini çeker. Ancak ne yazık ki kızı uğrunda kendi hayallerinden vazgeçer; onun tekrar rahatsızlanmaması ve mutluluğu yolunda hayatını harcar. Bu fedakârlık, bir annenin kalbinde kopacak şiddetli fırtınalara ve derin pişmanlıklara neden olacaktır. “…Çiçeklerin hastalar, hele genç kızlar üzerinde ne şifa verici tesiri olduğunu pek bilmezsiniz, hanımefendi… Bazı defa bir çiçek, en kuvvetli ilaçlardan daha etkilidir.”

    Külah

    Омер Сейфеддин

    Edebiyatımızın eskimeyen ismi Ömer Seyfettin; Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet’e geçiş sürecini birebir tecrübe etmiş ve yaşayan bir varlık olarak benimsediği dili, toplumsal gelişmeler bağlamından ayrı düşünmemiştir. Bu açıdan Ömer Seyfettin, tema ve dil yönünden çeşitlilik arz eden hikâyeleriyle hemen hemen her kuşağa seslenebilen usta bir hikâyeci olarak ön plana çıkmıştır. Ele aldığı konuları belli bir dönem içerisinde tasvir etmekle beraber, insana ait evrensel gerçeklerden ve kendi milletinin konuştuğu dilden kopmamıştır. Bu noktada hikâyelerini modern Türkçenin zengin ve duru kaynağına taşımayı başaran yazar, çağdaş Türk edebiyatının yolunu açmıştır. Yazarın hikâyeleri; medeniyetler arasındaki geleneksel Doğu-Batı çatışması, Türk ve dünya insanının kimlik bunalımları, siyasal ve kültürel çekişmeler, Türk modernleşmesi, Batı taklitçiliği, toplum ve birey ikilemi, savaş psikolojisi, toplumsal adalet, özgürlük ve insanlığın tarihsel evrimi gibi kavramları derinlemesine irdelemektedir. Ömer Seyfettin’in yazınsal tavrı; Batı taklitçiliğinin sahte modernizmi ile gerçek aydınlanmacı fikirlerin ayrımı neticesinde ortaya çıkmaktadır.

    Forsa

    Омер Сейфеддин

    Edebiyatımızın eskimeyen ismi Ömer Seyfettin; Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet’e geçiş sürecini birebir tecrübe etmiş ve yaşayan bir varlık olarak benimsediği dili, toplumsal gelişmeler bağlamından ayrı düşünmemiştir. Bu açıdan Ömer Seyfettin, tema ve dil yönünden çeşitlilik arz eden hikâyeleriyle hemen hemen her kuşağa seslenebilen usta bir hikâyeci olarak ön plana çıkmıştır. Ele aldığı konuları belli bir dönem içerisinde tasvir etmekle beraber, insana ait evrensel gerçeklerden ve kendi milletinin konuştuğu dilden kopmamıştır. Bu noktada hikâyelerini modern Türkçenin zengin ve duru kaynağına taşımayı başaran yazar, çağdaş Türk edebiyatının yolunu açmıştır. Yazarın hikâyeleri; medeniyetler arasındaki geleneksel Doğu-Batı çatışması, Türk ve dünya insanının kimlik bunalımları, siyasal ve kültürel çekişmeler, Türk modernleşmesi, Batı taklitçiliği, toplum ve birey ikilemi, savaş psikolojisi, toplumsal adalet, özgürlük ve insanlığın tarihsel evrimi gibi kavramları derinlemesine irdelemektedir. Ömer Seyfettin’in yazınsal tavrı; Batı taklitçiliğinin sahte modernizmi ile gerçek aydınlanmacı fikirlerin ayrımı neticesinde ortaya çıkmaktadır.

    Olesya

    Александр Куприн

    Olesya, Aleksandr Kuprin’in ustaca kaleme aldığı doludizgin bir aşk hikâyesidir. Eserin başkahramanı Olesya, büyükannesiyle ormanda yaşayan medeniyet görmemiş ama temiz kalpli ve iyi niyetli bir genç kızdır. Olesya’nın ayrıca geleceği görme ve büyücülük gibi aileden yadigâr olduğunu söylediği özel yetenekleri de vardır. Sevgili Olesya ömründe tek bir kez âşık olur. Fakat bu aşkın neticesini, özel büyücülük yetenekleri sayesinde görüp başına gelecek felaketlerden ötürü büyük bir korkuya kapılır. Yine de aşkını yaşamaktan kendini alıkoyamaz ve atıldığı bu aşk macerasında çok güzel şeyler yaşayacağı gibi çok kötü durumlarla da karşılaşır… Oldukça zor bir durumdayım. Ona o kadar alışmıştım ki bu alışkanlık kılcal damarlarıma kadar işlemişti. Olesya’yı her gün görmek, onun o tatlı sesini ve şen şakrak gülüşünü duymak, nazik hoş okşamalarını hissetmek benim için artık mutat ve mutlak bir gereklilik hâline gelmişti. Bazı uğursuzlukların birbirimizle buluşmamızı engellediği çok nadir günlerde ise kendimi kaybolmuş, hayattaki en değerli şeyim elimden alınmış gibi hissediyordum. Olesya dışındaki her türlü meşguliyet benim için gereksiz ve sıkıcı olmuştu. Tüm varlığımla kendimi ormana atmak, bir an önce Olesya’nın alıştığım tatlı, aydınlık ve sıcak yüzünü görmek istiyordum.

    Diyet

    Омер Сейфеддин

    Edebiyatımızın eskimeyen ismi Ömer Seyfettin; Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet’e geçiş sürecini birebir tecrübe etmiş ve yaşayan bir varlık olarak benimsediği dili, toplumsal gelişmeler bağlamından ayrı düşünmemiştir. Bu açıdan Ömer Seyfettin, tema ve dil yönünden çeşitlilik arz eden hikâyeleriyle hemen hemen her kuşağa seslenebilen usta bir hikâyeci olarak ön plana çıkmıştır. Ele aldığı konuları belli bir dönem içerisinde tasvir etmekle beraber, insana ait evrensel gerçeklerden ve kendi milletinin konuştuğu dilden kopmamıştır. Bu noktada hikâyelerini modern Türkçenin zengin ve duru kaynağına taşımayı başaran yazar, çağdaş Türk edebiyatının yolunu açmıştır. Yazarın hikâyeleri; medeniyetler arasındaki geleneksel Doğu-Batı çatışması, Türk ve dünya insanının kimlik bunalımları, siyasal ve kültürel çekişmeler, Türk modernleşmesi, Batı taklitçiliği, toplum ve birey ikilemi, savaş psikolojisi, toplumsal adalet, özgürlük ve insanlığın tarihsel evrimi gibi kavramları derinlemesine irdelemektedir. Ömer Seyfettin’in yazınsal tavrı; Batı taklitçiliğinin sahte modernizmi ile gerçek aydınlanmacı fikirlerin ayrımı neticesinde ortaya çıkmaktadır.

    Katya

    Лев Толстой

    “Henüz cevaplanamamış ve kadın ruhuyla ilgili otuz yıl süren araştırmalarıma karşın benim de cevaplamayı başaramadığım çok önemli bir soru var: Kadın ne ister?” (S. Freud) Kim bilir, Freud belki de bu sözü Tolstoy’un unutulmuş kadın karakteri Katya için söylemiştir. Katya… Henüz hayatının baharında bir genç kız… Toy denebilecek kadar tecrübesiz… Daha evlendiği ilk dakikadan beri ruhunda meydana gelen değişimler, arzularının yönünü değiştirmeye başlıyor ve Tolstoy’un güçlü kalemiyle kadın ruhunun dehlizlerinde kısa bir yolculuk başlıyor… Bu kısa roman bittiğinde ise o soru hâlâ canlı olarak yerini koruyor: “Kadın ne ister?” «Filhakika ben mesut idim. Fakat bu saadetin bana hiçbir iş, hiçbir fedakârlık vesilesi vermediğini görerek eza duyuyordum. Çünkü içimdeki bütün o çalışma ve fedakârlık kudret ve kabiliyetlerinin erimekte olduğunu his­sediyordum. Kocamı seviyordum ve görüyordum ki ben onun için her şeyim. Fakat istiyordum ki herkes bizim aşkımızı görsün, kıskansın, sevişmemize engel olmak iste­sin de öyle iken ben onu gene seveyim.»