Название | Uğultulu Tepeler |
---|---|
Автор произведения | Эмили Бронте |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 978-625-6486-54-6 |
Köpekler, kulakları kesilince daha yırtıcı olurlar. Ben de yırtıcı mahlukları severim. Bana makas getir! Yırtıcı, aynı zamanda derli toplu olur. Zaten kulaklarımıza değer vermek çok korkunç, şeytanca bir düşüncedir. Kulaklarımız olmasa da yeterince eşeğiz. Sus, yavrum, sus bakayım! A! Bak meğer benim sevgili oğlummuş… Şşşt… Kurula bakayım gözceğizlerini! Hah şöyle, gül biraz. Öp bakayım beni. Ne! Öpmeyecek misin? Öp diyorum, Hareton… Lanet olsun, sana! Öp işte! Hay Allah, böyle bir canavar yetiştirir miyim hiç? Yaşadığımdan emin olduğum kadar, şu yumurcağın da günün birinde kafasını koparacağımdan eminim.”
Zavallı Hareton, babasının kucağında kıvranıyor, olanca gücüyle tekmeler savuruyor, yaygarayı basıyordu. Babası onu, yukarı götürüp tırabzandan aşağı sarkıtınca yaygarayı bir kat daha artırdı. Ben de çocuğu korkudan çıldırtacağını söyleyerek onu kurtarmaya koştum.
Ben onların yanına vardığım sırada, Hindley de elinde tuttuğu şeyin ne olduğunu unutmuş bir hâlde, tırabzandan eğilip aşağıdan gelen sesi dinlemeye koyulmuştu.
“Kim o?” diye sordu.
Birinin yukarı çıktığını duymuştu. Ben de öne doğru eğilmiştim. Ayak seslerinden gelenin Heathcliff olduğunu anlamış, görünmemesi için ona işaret etmeye çalışıyordum. Bu yüzden gözümü Hareton’dan ayırdığım sırada, çocuk birdenbire kıvrılarak babasının gevşek parmaklarının arasından sıyrıldığı gibi aşağıya düştü.
Dehşete kapılmanın heyecanını tatmaya vakit bulamadan küçük şeytanın kurtulduğunu gördük. Heathcliff tam o tehlike anında merdivenin alt başına gelmişti; içgüdüsüyle çocuğu havada düşerken yakalamış, yere bıraktıktan sonra da başını yukarı kaldırıp kazaya sebep olanı araştırmıştı.
Aldığı piyango biletini, beş şiline sattıktan sonra ertesi gün bu bilete, beş bin sterlin ikramiye çıktığını öğrenen bir cimri bile onun Hindley’i gördüğü andaki kadar büyük şaşkınlığa uğramamıştır. Bakışları, kendi eliyle kendi emelini boşa çıkarmaktan duyduğu üzüntüyü, kelimelere ihtiyaç olmadan gayet güzel anlatıyordu. Ortalık karanlık olsaydı, çocuğun başını basamaklara vura vura hatasını düzeltmeye bakardı ama biz çocuğun kurtulduğunu görmüştük. Ben de hemen aşağıya inip kıymetli emaneti bağrıma basmıştım.
Hindley de ağır ağır indi. Ayılmıştı, yaptıklarından utanç duyuyordu.
“Kabahat senin, Ellen.” dedi. “Çocuğu bana göstermeyecektin. Bir yerinde yara falan var mı?”
Öfkeyle bağırdım:
“Yara mı? Ölmese bile aptal kalacak. Ah, annesi sizin davranışlarınızı görüp de nasıl mezarından fırlamıyor, şaşıyorum! Siz kâfirlerden de betersiniz! Kendi etinizden, kanınızdan olan bu yaratığa böyle davranmanız bunu gösteriyor.”
Çocuk, benim yanımda olduğunu anlayınca korkusunu hıçkırıklarıyla yatıştırmıştı. Hindley çocuğa dokunmak istedi. Babası daha bir parmağını üzerine değdirir değdirmez çocuk, eskisinden daha büyük bir çığlık kopardı; bir yandan da sarası tutmuş gibi kıvranmaya başladı.
“Siz onunla ilgilenmeyin.” dedim. “Sizden nefret ediyor. Sizden herkes nefret ediyor ya… İşte gerçek bu. Doğrusu, mutlu bir aileniz var… Hele son zamanlarda hâliniz pek güzel oldu…”
Zıvanadan çıkmış olan adam, kalpsizliğini örtmeye çalışarak: “Daha da güzel olacak, Nelly!” diye bir kahkaha attı. Sonra tekrar eski sert tavrını takındı. “Sen şimdi çocuğu al, gözümün önünden uzaklaş. Bana bak Heathcliff, sen de sakın gözüme görüneyim deme; sesini de işitmeyeyim… Seni bu gece öldürmeyeceğim ama evi ateşe vermeyecek olursam! Hoş, bunu da keyfim bilir ya…”
Bunları söylerken konsoldan bir şişe konyak çıkardı, büyük bir kadehe doldurdu.
“Ne olursunuz yapmayın, Bay Hindley!” diye yalvardım. “Azıcık söz dinleyin. Kendinize acımıyorsanız şu zavallı talihsiz yavrucağıza acıyın.”
Buna: “Benim yerimde kim olsa onun için daha iyidir.” diye karşılık verdi.
Elindeki kadehi almaya çalışarak: “Öyleyse kendi canınıza acıyın.” dedim.
Günahkâr: “Ben mi acıyacağım? Asla!” diye haykırdı. “Bu canı, cehenneme gönderip Yaradan’ı cezalandırmış olmaktan büyük zevk duyacağım! İşte bu da onun, canıgönülden lanetlenmesi şerefine!”
İçkisini içti. Sonra sabırsız bir hâlde bize gitmemizi emretti. Bu emrini de ağza alınamayacak, hatırlanamayacak kadar kötü küfürlerle tamamladı.
Heathcliff, kapı kapandıktan sonra biraz önce duyduğu küfürlere aynı şekilde karşılık verdi.
“Ne yazık ki içkiyle kendini öldüremiyor.” dedi. “Kendisi buna elinden geldiği kadar gayret ediyor ama bünyesi sağlam. Bay Kenneth, onun Gimmerton’ın bu yanında bulunan erkeklerin hepsinden çok yaşayacağına, mezarına ak saçlı bir günahkâr olarak yerleşeceğine kısrağı üzerine bahse girmeye razı. Olağanüstü mutlu bir tesadüf, onu alıp götürmezse elbette.”
Mutfağa girdim, küçük kuzumu ninni söyleyerek uyutmak için oturdum. Heathcliff’in ahıra doğru gittiğini sanıyordum. O ancak öbür yandaki kanepeye kadar gidebilmiş, kendini kanepenin üzerine atıp sesini çıkarmadan yatmış. Bunu da sonradan öğrendim.
Hareton’ı dizime yatırmış, hem sallıyor hem de şöyle bir ninni söylüyordum:
Gecenin derinliklerinde, bebekler ağlıyordu.
Mezarlarında yatan analar duyuyordu bunu.
Cathy, az önceki patırtıyı odasından duymuştu, başını uzatıp fısıldadı:
“Yalnız mısın, Nelly?”
“Evet, Küçük Hanım.” dedim.
İçeri girdi, ocağa yaklaştı. Ben de onun, bir şey söyleyeceğini sanarak başımı kaldırdım. Yüzündeki ifade, onun hem üzgün hem de kaygılı olduğunu belli ediyordu. Dudakları sanki bir şey söyleyecekmiş gibi hafif aralanmıştı; derin bir de soluk aldı ama ağzından söz yerine bir iç çekiş çıktı.
Ben onun az önceki davranışını hâlâ unutamadığım için ninnime devam ettim.
“Heathcliff nerede?” diye sorarak şarkımı kesti.
“Ahırda, işinin başındadır besbelli.” dedim.
Oğlan beni yalancı çıkarmadı. Belki de uyuyakalmıştı.
Uzun bir sessizlik daha oldu. Bu arada, Catherine’in yanaklarından akan birkaç damla yaşın yere, döşeme taşlarına damladığını gördüm.
Kendi kendime: “Acaba yaptığı kötü hareketlerden dolayı utanç mı duymaya başladı?” diye sordum. “Bu, büyük bir yenilik olurdu ama gene de sözü, onun açmasını bekleyeceğim. Hiçbir şekilde yardım etmeyeceğim.”
Ne yazık ki o, kendi çıkarlarının dışında hiçbir şeye fazla üzülmezdi.
En sonunda: “Ah, ben çok mutsuzum!” diye sızlandı.
“Ya, vah vah!” dedim. “Seni memnun etmek de çok zor… Bu kadar çok dostun, bu kadar az derdin varken nasıl rahata kavuşamıyorsun anlamıyorum!”
Yanıma diz çöktü; o güzel gözlerini,