Sefiller II. Cilt. Виктор Мари Гюго

Читать онлайн.
Название Sefiller II. Cilt
Автор произведения Виктор Мари Гюго
Жанр
Серия
Издательство
Год выпуска 0
isbn 978-625-6862-61-6



Скачать книгу

gazete ve mektup almadıkları için bu kutu sürekli boş kalırdı. Bir zamanların çapkın adamına sevgililerinden gelen mektupları taşıyan ve koruyan o posta kutusuna artık sadece vergi tahsildarlarının tebligatları ve muhafız alayının bildirileri atılıyordu çünkü evin sahibi Mösyö Fauchelevent, muhafız alayında bir nöbetçiydi. 1831 yılında yapılan sayım sonrasında hakkında yapılan araştırma neticesinde Picpus Sokağı’ndaki manastırdan alınan o iyi referans, valiliğe yeterli görünmüş ve Jean Valjean’ın bu nedenle ulusal bir görev almasını sağlamıştı. Bu nedenle, yılda üç-dört kez Jean Valjean bu ulusal üniformasını üzerine giyer ve görevinin başına geçerdi. Böylece en azından insan içine çıkma fırsatı yakalayabiliyor ve az da olsa yalnızlığını paylaşma imkânı buluyordu. Jean Valjean artık altmış yaşını doldurmuştu ve yasal olarak emekli olabilirdi. Ancak hâlâ dış görünüşüyle daha genç gösteriyor ve görevinden de ayrılmayı hiç düşünmüyordu. Aslında onun başçavuşa açıklamalar yapmaya, Lobau Kontu’yla tartışmaya niyeti yoktu. O kimliğini herkesten gizliyor; adını, yaşını, her şeyi saklıyordu. Ayrıca yukarıda belirttiğimiz gibi o, gönüllü bir nöbetçiydi. Vergilerini ödeyen herhangi bir vatandaşa benzemek, onlardan biri olmak, bundan böyle onun tek gayesiydi. Tek bir amacı vardı, o da içten içe bir melek gibi yaşamını sürdürmeye devam etmek ancak dışarı çıktığında soylu biri gibi görünmek. Size bu noktada kısa bir detay daha vermek isteriz. Jean Valjean, Cosette’le dolaşmaya çıktığında anlattığımız gibi şık giyinir ve emekli bir subaya benzerdi. Fakat genelde akşam vakitlerini seçerek kendi başına çıktığında üzerine sıradan bir işçi kıyafeti giyerdi ve o gür beyaz saçlarıyla yüzünün yarısını kapatan bir şapka takardı. Bunu neden yapıyordu? Kibirsiz olduğundan mı, önlem almak için mi? Herhâlde böyle yapmakla her ikisini de uygulamış oluyordu. Cosette, babasının bu tuhaf davranışlarına artık alışmış olduğundan buna hiç tepki göstermezdi. Hizmetçi kadın ise Jean Valjean’a o kadar derin bir sevgi ve saygıyla bağlıydı ki onun kutsal bir kişiliği olduğunu düşünür, yaptığı her şeyin doğru olduğuna inanarak onu sorgulamazdı. Hatta bir seferinde Jean Valjean’ı uzaktan gören bir kasap ona şöyle demişti: “Efendiniz çok tuhaf biri.” Kadın ise ona şöyle karşılık vererek ağzını kapatmıştı: “O bir azizdir!”

      Jean Valjean, Cosette ve hizmetçi kadın, üçü de sadece Babylone Sokağı’na açılan kapıyı kullanırlardı. Pencere parmaklığından bakmak şartıyla onları görebilmek mümkündü. Kimse onların Plumet Sokağı’nda oturduklarını düşünemezdi. Bu parmaklık ve demir kapı, sürekli kapalı olurdu. Jean Valjean ilgi çekmemek için bahçeyi olduğu gibi bırakmıştı. Belki de bunu yapması bir hataydı.

      III

      Foliis Ac Frondibus 6

      Yarım asırdan fazla bir süre kendi hâline bırakılan bahçe, olağanüstü ve büyüleyici hâle gelmişti. Kırk yıl önce yoldan geçenler, taze ve yemyeşil derinliklerinde sakladığı sırlardan şüphe duymadan ona bakmaktan vazgeçtiler. O çağın birden fazla hayalperestinin, düşüncelerinin ve gözlerinin; bu eski, asma kilitli, bükülmüş, sendeleyen, iki yeşil ve yosun kaplı sütuna sabitlenmiş, garip bir şekilde anlaşılmaz bir eski moda alınlık ile taçlandırılmış parmaklıkları arasına gizlice girmesine izin vermişti. Bir kenarda taş bir sıra zamanla yosun bağlamış ve yer yer harabe birkaç heykel, duvarda ise yağmur ile kardan kararmış ve çürüyen tahta kafesler görünürdü. Bahçe üzerinde artık ne çiçek tarhları ne de çimenlik alanlar bulunuyordu, bahçenin arasında dolaşılan yollar bile yabani bitkilerle kaplıydı, her yerde ısırgan otları bitmişti. Her ne kadar bakımsız görünse de bu bahçede her şey, yaşama sevincinin o ilahi gayretini gösteriyordu. Doğal gelişme burada egemenlik sürüyor, ağaçlar dikenlere eğiliyor, dikenler ağaçları resmen kucaklıyordu. Yerlerde sürünen bitkiler havalanarak yukarıdaki bitkilere sarılıyor, rüzgârda dalgalanan bitkiler yosunlu topraklara eğiliyordu. Burada bitkiler derin ve sıkıca birbirlerine sarılmış, ayrılmamak üzere tutunmuşlardı. Burası artık bir bahçe değil, büyük bir çalılıktı; yani bir orman gibi içine girilmesi zor, bir şehir gibi kalabalık; bir yuva gibi titreşen, bir kilise gibi loş; bir demet çiçek gibi hoş kokulu, bir mezar gibi ücra ve bir topluluk gibi canlıydı.

      Floréal’de7 kapısının arkasında ve dört duvarı içinde özgür olan bu muazzam çalılık, gizlice filizlenme işine girerdi; yükselen güneşte titrer, neredeyse kozmik aşkın nefeslerini içen ve nisanın öz suyunu hisseden bir hayvan gibi damarlarında yükselir, kaynar ve muazzam harika yeşil buklelerini rüzgâra sallardı; rutubetli toprağa, tahrif edilmiş heykellere, köşkün ufalanan basamaklarına, hatta ıssız sokağın kaldırımına serpilmiş yıldız gibi çiçekler, inci gibi çiy, doğurganlık, güzellik, hayat, neşe, parfüm gibi kokular salınırdı etrafa. Öğle vakti bin beyaz kelebek oraya sığınırdı ve o canlı yaz karının gölgede pullar hâlinde döndüğünü görmek ilahi bir manzaraydı. Orada, yeşilliğin o neşeli gölgelerinde, bir masum ses kalabalığı ruha tatlı bir şekilde konuşur ve cıvıltıların söylemeyi unuttuğunu uğultu tamamlardı. Akşam, bahçeden hülyalı bir buhar çıkar ve bahçeyi sarar; bir sis örtüsü, sakin ve semavi bir hüzün kaplardı onu; hanımeli ve gündüzsefalarının baş döndürücü kokusu, nefis ve ince bir zehir gibi her yerinden fışkırırdı; dallar arasında uyuklarken ağaçkakanların ve kuyruksallayanların son haykırışları duyulurdu; kuşların ve ağaçların kutsal yakınlığını hissederdiniz; gündüz kanatlar yaprakları sevindirir, gece ise yapraklar kanatları korurdu. Kışın çalılık kapkara olurdu; su damlatır, dallar kurur, titrer ve evi biraz görülebilir hâle getirirdi. Dallardaki çiçekler ve çiçeklerdeki çiy yerine sarı yapraklarda oluşan soğuk, kalın örtüde salyangozların uzun gümüşi izleri görünürdü ama herhangi bir biçimde, herhangi bir açıdan, her mevsimde; ilkbahar, kış, yaz, sonbaharda bu küçücük çit, melankoli, tefekkür, yalnızlık, özgürlük, insanın yokluğu, Tanrı’nın mevcudiyeti her yerden ve her zaman fışkırmaya devam ederdi ve paslı eski kapı, “Bu bahçe bana ait.” der gibiydi. Varennes Sokağı’nın o muhteşem ve klasik konaklarının iki adım uzakta yükselmelerine, Invalideslerin kubbesinin biraz ileride görünmesine, çevre caddelerden arabaların hızla geçmelerine rağmen yine de Plumet Sokağı gayet tenha ve sessizdi. Devrimin gelip geçmesi, burada bir zamanlar oturanların ölmeleri, eski servetlerin batması, yokluk, kırk yıldan uzun süre terk edilen bu ayrıcalıklı yerin eğrelti otları, aslankuyrukları, baldıranlar, civanperçemleri, yüksük otları, açık yeşil yapraklı devasa bitkiler, böcekler; bütün bunlar yeniden bu vahşi bahçeye dönmüş, onu ele geçirmişlerdi. Bu geri dönüş, toprağın derinlerinden fışkırıp dört duvar arasında vahşi bir yücelik sağlamış ve insanoğlunun sıradan düzenlenmelerinden hoşlanmayan doğaya ve karıncaya olduğu gibi kartala da istediğini yaptıran doğanın yayıldığı yerde, Paris’in bu ücra sokağındaki şu küçük bahçede yeterince gelişmiş ve burada Yeni Dünya’nın el değmemiş ormanlarının havasını yansıtmaya başlamıştı. Aslında herkes, hiçbir şeyin küçük olmadığını, doğanın o derin kavramı içindeki her şeyin ne kadar derin ve engin olduğunu bilir; felsefi olarak hiçbir doyurucu sonuca varılmasa da nedenler gibi sonuçlar sınırlanmasa da izlemeyi seven ve düşünen biri birliğe varmak için dağılan bu güçler karşısında sarhoşa döner. Bulutlara şiddet uygulanır, yıldızın ışıması güle yarar, hiçbir düşünür akdikenlerin kokularının yıldızlara faydalı olduğunu inkâr edemez. Bir molekülün katettiği mesafeyi kim hesaplayabilir? Sonsuz büyükle sonsuz küçük karşılıklarının metcezirini, nedenlerin uçurumlardaki yankılarını, yaradılışın çağlarını kim tam olarak bilir? Un ve peynirlerde oluşan o küçük kurdun bile önemi vardır; küçük bir



<p>6</p>

(Lat.) Yapraklar arasında. (ç.n.)

<p>7</p>

Fransız takviminin sekizinci ayı. (ç.n.)