Название | Cem Sultan |
---|---|
Автор произведения | M. Turhan Tan |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 978-625-6865-83-9 |
Oğlunun düşünceye daldığını görünce o sebebin kendi tahmininden de büyük olduğunu sezdi, meraka kapıldı, şehzadeyi söyletmeye savaştı:
“Düşünüyorsun aslanım, nen var?”
Cem, başını kaldırdı, annesinin ihtiyarlamayan yıldızlara benzeyen parlak gözlerine baktı.
“Bilmem neden…” dedi. “Hatırıma kardeşim Mustafa Sultan44 için söylenen mersiye geldi, yüreğim üzüldü.”
“Allah o yattıkça sana ömür versin. Şimdi öyle şeyler hatırlamakta ne mana var?..”
“Ben hatırlamadım, kendiliğinden zihnime geldi!”
“Zihin senin değil mi? Tatsız düşüncelere yer verme, iyi şeyler düşün!..”
Cem, birdenbire ayağa kalktı, anasını da -ellerinden tutarak- birlikte kaldırdı.
“Dinle…” dedi. “Dinle! O mersiyeyi dinle!”
Ve Çiçek Hatun’un hayretli bakışları arasında okudu:
Dolab-ı çarh döktüğü seyl-i fena imiş,
Bağ-ı zemane dopdolu har-i cefa imiş,
Ahır kefen değil mi, tutayın ki bezminin:
Cam-ı tıraz-ı camına iş-ü safa imiş,
Ol şeh kani ki saye salam derdi âleme,
Kanmadan uçtu, bilmedik ol hod humâ imiş.
Çeşm-i ümidi toprağa girdi yer ehlinin;
Ah-ü huruşu göklere çıksa reva imiş!
Sesi, kelimelerle beraber ağlıyordu, bitirir bitirmez de annesini kucakladı, haykırdı:
“Bunları kardeşim için yazdılar. Şimdi babam için okuyorlar!..”
Çiçek Hatun’un gözleri irileşti, rengi sarardı, dudakları titredi, dişlerinde bir inilti belirdi:
“Baban için mi, baban için mi?”
“Evet anne, babam için. Çünkü o, artık yaşamıyor!”
Kadın iki elleriyle saçlarını yakaladı, o ipek yığınını koparıp dağıtmak ister gibi bir hareket yaptı, sonra ellerini başından indirerek birleştirdi, parmaklarını kırarcasına sıktı, müteakiben mindere atıldı, dirseklerini dizlerine dayadı. Başını avuçlarının içine aldı, sessizce ağlamaya koyuldu.
Cem, kolları göğsünde, anasına bakıyordu. İşte matemli müjdeyi söylemişti. Artık işin sonunu getirmek lazımdı. Şu akan yaşlar, padişah karılığından ayrılmak felaketini karşılamak için dökülüyordu ve hakiki dulluk hayatının temelini kuruyordu. Biraz sonra aynı çehrede valide sultanlığın tebessümleri dolaşacaktı.
Genç prens, anasının ağlamasına iki üç dakika kadar müsaade edebildi. Daha fazla dayanamadı. Avrupa saraylarında olduğu gibi o da kendi sarayında ve babasının ölümü haberi karşısında “Kral öldü, yaşasın kral!” diye bağırılmasını istiyordu. Dul annesinin matemini gurup eden güneşe yollayıp şen gözlü valide sultanın yeni doğan güneşe bakmasını diliyordu.
Bu duygu ve bu düşünceyle yavaşça sokuldu, ellerini genç dulun omuzlarına koydu.
“Anne…” dedi. “Babam öldü. Fakat ben yaşıyorum!”
Çiçek Hatun yaş dolu gözlerini kaldırdı, evlat gibi değil, padişah gibi konuşan oğluna uzun uzun baktı ve son hıçkırığını dökerek mırıldandı:
“Allah benim ömrümü alsın, sana versin oğlum!”
“Peki ama ağlıyorsun, yüreğimi dağlıyorsun. Hâlbuki ben buraya seninle görüşmeye geldim. Valide sultanların vazifesi alelade kadınlar gibi ağlamak değil, oğullarına kuvvet vermektir. Gözünü sil, başını doğrult, bana tahta giden yolu göster!..”
Çiçek Hatun, mezara düşen taç için döktüğü gözyaşını kâfi gördü, giyilecek taç için harekete geçmek lazım geldiğini anladı, verilen haberin matemli cephesini silerek müjde tarafını göz önüne getirdi, oğlunu yanına oturttu.
“Hakkın var aslanım…” dedi. “Benim borcum kocamı değil, oğlumu düşünmektir. Şüphe yok ki şimdi pasaklı Gülbahar45 da öyle yapıyor, oğlu için çalışıyor.”
Fakat büyük adı, bütün küreyi kaplayan bir kocanın ölümü önünde birdenbire kayıtsız kalmayı, oğlunun arzusuyla da olsa hoş göremediğinden hem vicdanını avutmak hem Cem’i bu çirkin vaziyetin lekesinden korumak için eski hatıralardan yardım aramak ıztırarında kaldı, şu sözleri söyledi:
“Kumamı (ortağımı demek) anınca ömrümün en büyük acısını hatırladım. O acı, şimdi duyduğum acıdan da büyüktür. Çünkü beni senden ayıracak bir hadiseden doğmuştur. Mademki taht için kavgaya hazırlanıyoruz, kinlerimizi de silahlandırmalıyız. İşte ben sana şu sayılı günde en büyük kinimi söylüyorum. Kulağını aç, öcümü almayı kendine borç bil!”
Biraz durdu, gözlerini intikam iştiyakıyla parlatarak anlattı:
“Seni doğurduğum gün ben gülüyordum, Gülbahar Hatun için için ağlıyordu. Çünkü seni kendi oğluna rakip görüyordu. O sırada baban geldi. Bir harp kaybetmiş gibi kızgındı, tahtından atılmış gibi azgındı. Ne selam verdi ne hatır sordu. Hatta yüzüme bile bakmadı, doğru beşiğe yanaştı, seni aldı, dudaklarının hizasına kadar kaldırdı. Ben seni öpeceğini, bağrına basacağını, bana da bir aslan doğurduğum için teşekkür edeceğini sanıyordum, onun ağzından senin yüzüne dökülecek buselerin neşesini emmek için ruhumu açıyordum. Hâlbuki baban iki üç saniye kadar senin gül yüzüne, yumuk gözlerine, pembe dudaklarına baktıktan sonra bana döndü, mutfakta günah işleyip çocuk kazanan pis bir halayığı azarlar gibi bağırdı:
‘Bunu dişi doğuramaz mıydın, üçüncü bir oğlanın bana ne lüzumu vardı?..’
Ben zangır zangır titriyordum, ölüm sancıları çekiyordum. İçime yayılan korku, babanın haykırışından değildi, senin içindi. Çünkü sen pek yüksekteydin, kızgın bir padişahın avcunda bulunuyordun. O avcun açılmasıyla beraber düşecektin, tuz buz olacaktın. İşte bu sebeple korkuyordum, titriyordum. Yalvarmak için dudaklarımda kudret yoktu, dilim donmuş gibiydi, ağzımın içinde dönmüyordu.”
Cem, henüz haber aldığı bu çok eski vakıadan heyecana kapılmıştı, gözlerini aça aça soruyordu:
“Sonra?..”
“Baban sert bakışlarıyla beni bir kere ve bir kere daha kamçıladı, seni de ta başının üstüne yükseltti, oradan yere attı! Baban parslar kadar kuvvetliydi, sen bir gül koncası kadar naziktin. O atılışla darmadağın olacaktın. Ben bu manzara önünde ‘Oğlum!’ diye haykırdım ve bayıldım. Fakat bayılırken ortağımın, güya beni kutlulamak için odama gelip de babanın bu hareketine şahit olan Gülbahar Hatun’un güldüğünü gördüm. Ayıldığım zaman baban gitmişti. Sen, Allah’a şükür yaşıyordun ve Gülbahar’ın o çirkin, o murdar, o hain gülüşü de göz bebeklerimde duruyordu. Aradan yıllar ve yıllar geçti, o gülüşün gözümde yaşattığı sızı geçmedi. Şimdi senin padişahlığını kutlularken bile o sızıyı duyuyorum. Senden de öcümü almanı istiyorum!”46
Cem, annesinin ellerini öptü, teminat verdi:
“Hiç gam yeme,
44
Mustafa Sultan, Fatih’in büyük oğlu idi, Karaman valisi iken 1474’te öldü. Bazı tarihçiler, bu şehzadenin Gedik Ahmet Paşa’nın karısına, göz koymasından dolayı Fatih tarafından verilen emir üzerine tesmim edildiğini yazarlar. Cem, onun vefatından sonra Karaman’a vali tayin olunarak Konya’ya gelmişti. (y.n.)
45
Gülbahar Hatun da Fatih’in haremlerindendir. Beyazıt’ın anasıdır. (y.n.)
46
Fatih’in Cem’i doğar doğmaz öldürmek istediğini ve o fikirle yere çarptığını yazan yalnız İbni Kemal’dir. Bu büyük bilgiç, yazmış olduğu tarihte o vakıayı uzun uzadıya anlatır. Hatta Cem’in gözündeki koyu şehlalığı o darbenin şiddetinden ileri gelmiş olarak gösterir. (y.n.)