Название | Cem Sultan |
---|---|
Автор произведения | M. Turhan Tan |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 978-625-6865-83-9 |
Gedik Nasuh’un gidip gelmesi, on dakikalık bir iş oldu. Yüzü değişmişti, telaş içindeydi. Odaya koşar gibi girmişti ve şehzadenin kulağına heyecanını dökmüştü:
“Taziyeye gelmiş!”
“Taziyeye mi?”
“Evet!”
Şimdi Cem’in de rengi atmıştı, acı acı yutkunuyordu. Taziye, ağır bir musibetin verdiği elemi dindirmeye çalışmak, o musibetten yaralanan yüreklere teselli katmak demekti. Fakat bu insani vazifeyi yapanların, yapmak isteyenlerin felaket giren evlere böyle vakitsiz gelmeleri âdet değildi. Hacı Çelebi’nin âdet hilafına hareket etmesi nedendi? Acaba sağucu görünüp de saveci mi çıkacaktı?29 Babasının ölümünü söyleyip de kendisine saltanat mı müjdeleyecekti?
Cem’in zihnine bu soru düşer düşmez ihtiyarı yıkıldı, düşünceleri darmadağınık oldu, hemen yerinden fırladı.
“Saz sussun, çengiler dağılsın, herkes yerine çekilsin!” dedi ve birdenbire vücut bulan sessizliği çiğneyerek odadan çıktı, sofaları hızlı hızlı geçti, koridorları sert adımlarla dolaşarak misafirin bulunduğu salona girdi.
Çelebi, en baş köşede oturuyordu, bir şeyler okuyordu, Cem’in içeri girmesini görmemiş göründü, selamını almadı, yerinden kıpırdamadı, okuyup üflemekte devam etti, neden sonra başını kaldırıp uzakça bir yere oturmuş olan Cem’e baktı.
“Aleyna ve aleykümüsselam.” dedi. “Sizi rahatsız ettim, fakat ‘el-memuru mazur’! Âlem-i gayptan işaret aldım, geldim.”
Genç prens, şeyhin dua ile meşgul görünüp ayağa kalkmamasına kızmakla beraber vaziyetteki nezaketi düşünerek güler yüz gösterdi, aynı zamanda haysiyetini korumayı unutmadı, o sırada herkesi kabul edebileceğini gösterir bir eda takındı:
“Ben de uyanıktım, yazı ile uğraşıyordum. Evvelce Şahidî’nin Leyla ile Mecnun’unu Türkçeye çevirip şevketlu babama göndermiştim. Memnun olduklarını anlayınca şevklendim, Hoca Selman’ın Cemşit ve Hurşit’ini tercümeye başladım. Şimdi de onunla meşguldüm. Kim gelse beni uyanık bulacaktı.”
Zeki Çelebi onun ne ile oyalandığını pek iyi anlamıştı, lakin bu anlayışını sezdirmeye lüzum görmedi, maksada geçti:
“Bursa’dan geldik, şehre geç girdik, sabahleyin sizden iltifat göreceğimizi umuyorduk, rahatsız etmeyi hatırdan geçirmiyorduk. Malumunuzdur, hadis var: Yolcu, ziyaret olunur. Fakat bir düş, beni sizin ziyaretinize sevk etti.”
Hacı Çelebi, Kütahya’da Sinan Paşa’ya yaptığı oyunu, hemen aynen tekrarlıyordu, evliya ağzı kullanıp kendi meramını kovalıyordu. Genç prens, böyle dolaplara gelecek adamlardan değildi. Şu kadar ki, Çelebi’nin ağzındaki baklayı şiddetle merak ediyordu. Onun bir düşten bahsetmesi üzerine rengi bozuldu, kaşları çatıldı. Zira taziyeye geldiğini söyleyen şeyhin rüyadan mülhem olmasını gülünç buluyordu. Bununla beraber mutat olan kelimeleri mırıldandı:
“Hayırdır inşallah Çelebi, ne gördünüz?”
“Üçler, yediler, kırklar, Kutbülaktap’ın ardına düşmüşlerdi, bir tabut götürüyorlardı.”
“Ölü, diri haberi getirir, derler. Belki bir yavrumuz veya yavrunuz olur.”
“Erenlerin karıştığı düşler, tevil olunmaz, aynen kabul edilir. Gördüğüm tabut, bir hakikat taşıyordu.”
“Ne gibi?”
“Tabutta örtülü olan şalın üzerinde iki tarih, yazılıydı: 20 Cemaziyelevvel, 857 ve 4 Rebiülevvel, 886…”
“Bu tarihlerin birini bilirim: Babamın İstanbul’a girdiği gündür. Öbürünü anlamadım.”
“Babanın dünyaya veda ettiği gün!”
“Dime şeyhim, damlaya uğrayacağım!”
“Üçler, yediler, kırklar ve Kutbülaktap Hazretleri hayale alet olmazlar. Onlar mutlaka babanın tabutunu taşıdılar ve bana da o vakıayı bildirdiler.”
Cem’in dudakları ve elleri titriyordu. Bir rüya şeklinde olsun, babasının ölümünü işitmek ona yakıcı bir heyecan vermişti. Haberin doğru veya yanlış olması ihtimalleri üzerinde duramıyordu, yalnız saltanatın o dakikada mahlul olduğu noktasına zihni saplanmıştı, karmakarışık düşünceler geçiriyordu.
Hacı Çelebi, genç prensin bu vaziyetini bir müddet gözden geçirdi ve başka bir teraneye geçti:
“Yiğit ol şehzadem, gam yeme. Şah olsun, dilenci olsun, herkes ölecektir. Baban da dünya tahtını bıraktı, Allah’ına kavuştu. Şimdi sen kendini düşün. Malum ya, rahmetli baban, Karamanlı Vezir’e uydu, bir kanun düzdü. Biz de görüp okuduk. O kanunda şöyle bir hüküm var:
‘Her kimesneye evladımdan saltanat müyesser ola, kardeşlerini nizam-ı âlem için katletmek münasiptir. Ekser ulema dahi tecviz etmişlerdir. Anınla amil olalar!’30 Gördüğüm düşü belki size de söylemezdim, baykuşluk etmezdim. Lakin bu hükmü hatırlayınca dayanamadım, yanına geldim. Taziyelerime bir de tavsiye katıyorum: Başının çaresine bak!”
Açık konuşmak olursa işte bu kadar olurdu. Koca Çelebi, gaipten duyarak ölüm haberi getirdiği gibi, o haberin evlat yüreğinde açacağı acıyı mühimsemeyerek nasihate de girişiyordu. Bu, belki bir cüretti, tahammül olunmaz bir küstahlıktı. Lakin ruha hitap eden bir hareketti, hedefin tam ortasını bulan taşa benziyordu. Nitekim Cem de bu isabetli hareketin tesirinden kendini kurtaramadı, babası için ağlamayı unutarak öbür mevzuya geçmek ıstırarında kaldı.
“Beli…”31 dedi. “Bilirim. Amasya’dakine saltanat müyesser olursa ömrüm ışığı sönecektir.”
“Allah’ın yaktığı çırayı kul söndüremez. Elverir ki tedbir almakta kusur edilmesin.”
“Nidelim, bilmem ki? Zihnim tartağan32 oldu, bir çare aklıma gelmiyor!”
Cem, burada ihtiyat gösteriyordu. İlk sersemliği geçmişti, Hacı Çelebi’ye yüreğini tamamen açmaktan, planlarını sezdirmekten çekiniyordu. Hatta rüyaya istinat eden şu haberden bile huylanmaya başlamıştı. Çelebi’nin Bursa dönüşünde babasından gizli bir emir telakki etmesi ve kendisinde saltanat hırsı olup olmadığını anlamaya girişmesi de mümkündü. Aile tarihinde zaten misal de vardı. Vaktiyle Birinci Murat, oğullarından Saveci’nin tahta göz dikip dikmediğini böyle umulmaz vasıtalarla tecessüs ettirmiş ve sonunda evladına kıyıvermişti. Osmanoğulları erkânından olup da bu maceraları, babalardan evlatlara gelecek felaketleri bilmemek nasıl kabil olurdu?
Cem, muvazenesi bozulan beynini düzeltmeye çalışarak bütün bunları düşündü, küçük bir falsonun hayatını tehlikeye koyacağını göz önüne getirerek ricat hareketleri yapmaya savaştı. Hâlbuki o, hayli gaflet göstermişti, lüzumsuz gevezelikler yapmıştı. Şimdi gafletini tamire çalışmak manasız bir didinme oluyordu. Bununla beraber Çelebi’ye karşı müteessir tavırlar aldı, sözü yine gerilere çevirdi:
“Tanrı büyüktür, bu halka acır, babamı yok etmez, beni de tasaya düşürmez. Sabah olur olmaz fıkaraya sadaka dağıtalım, kurbanlar kestirelim, gördüğünüz düşün hayra çevrilmesi için Tanrı’ya yalvaralım, şu acıklı sohbeti de gizli tutalım, yâre değil, ağyara da faş etmeyelim.”
Çelebi maksadına ermeden geri dönecek adamlardan değildi. Oraya gelişi keramet
29
Türkçede sağu, ölüye ağlamak demektir. Sağu saymak, mersiye okumak mevkisinde kullanılır. Sağucu, bu asıldan taziye edici adam demek olur. Sava, hayırlı haber, müjdedir. Savacı da müjde getiren manasınadır. Tarihte sık sık görünen savacı yahut saveci beyler, uğurlu haberler alındığı günlerde doğdukları için o şekilde isimlendirilmişlerdir. (y.n.)
30
Kanunnamei Muhammedi denilen ve Osmanlı İmparatorluğu’nun teşkilatına, teşrifatına yıllarca esas teşkil eden kanunun, ne kadar gariptir ki, Türkiye’de toplu bir sureti yoktu. Tarihlerde parça parça görülebiliyordu. Ancak 1910’da Tarih Encümeni himmet etti, Viyana İmparator kütüphanesindeki nüshayı fotoğrafla istinsah ettirdi. Kardeş katlini emreden bu madde, o kanundan aynen alındı. (y.n.)
31
Beli: Evet. (e.n.)
32
Tartağan: Delik deşik, paramparça. (e.n.)