Bir Delikanlının Hikâyesi. Гюстав Флобер

Читать онлайн.
Название Bir Delikanlının Hikâyesi
Автор произведения Гюстав Флобер
Жанр
Серия
Издательство
Год выпуска 0
isbn 978-625-6485-41-9



Скачать книгу

Senecal de yanında taşıdığı kitabın bazı yerlerini alçak sesle okuyordu. Sonra, gelip Arnoux’nun evinde verilen ziyafet üzerinde konuşmaya başladılar.

      Senecal “Hani şu tablo taciri mi?” diye sordu. “Becerikli bir bay doğrusu!..”

      “Niçin böyle söylüyorsunuz?” dedi Pellerin.

      “Siyasi dalaverelerle para sızdıran bir adam da ondan!” diye karşılık verdi Senecal.

      Ardından da kral ailesini herkese iyi örnek olacak uğraşlara kendini vermiş gösteren ünlü taş basması bir resmin sözünü etmeye başladı. Resimde, Louis-Philippe elinde bir kanun kitabı, kraliçe bir dua kitabı tutuyor, prensesler nakış işliyor, Dük dö Nemours kılıç kuşanıyor, Bay de Joinville küçük kardeşlerine bir coğrafya haritası gösteriyor, dipte de iki bölmeli bir yatak görünüyormuş. İyi Bir Aile adını taşıyan bu resim, burjuvaların pek hoşuna gittiği hâlde vatanseverleri kahretmiş. Pellerin, sanki resmi yapan kendisiymiş gibi, canı sıkkın bir eda ile bütün fikirlerin bir değeri olduğunu söylemişti. Senecal itiraz etti. Sanatın biricik amacı halk kitlelerinin ahlakını yükseltmek olmalıydı! Sadece insanları erdemli eylemlere götüren konular işlenmeliydi; öbür konular zararlıydı.

      “Bu iş çalışma tarzına bağlıdır!” diye Pellerin bağırdı. “Ben şaheserler yapabilirim.”

      “Ne yaparsanız yapın, karışmam, ama hakkınız yok…”

      “Nasıl, nasıl?”

      “Hayır! Bayım, beğenmediğim, hoşlanmadığım birtakım şeylerle beni uğraştırmaya hakkınız yok. Hiçbir işe yaramayan, boşuna emek harcanmış çocuk oyuncaklarına, mesela bütün peyzajlarınızla şu Venüslere ne ihtiyacımız var? Ben bunlarda halkın öğreneceği bir şeyler göremiyorum! Siz bize daha çok halkın sefaletlerini gösterin! Ettiği fedakârlıkları göstererek bizi heyecana getirin! Allah aşkınıza, işlenecek konu mu yok? Çiftlik, atölye vb. ne güne duruyor?”

      Pellerin öfkesinden kekeliyordu, bir delil bulduğunu sanarak, “Molière’e ne buyurursunuz?” dedi.

      “Tamam!” dedi Senecal. “Fransız İnkılabı’nın öncüsü olarak ona hayranım.”

      “Aman! İnkılap da ne sanat ya! Tarih hiç bu kadar acınacak bir devir görmemiştir!”

      “Bu kadar büyük bir devir görmemiştir, bay.”

      Pellerin kollarını kavuşturup Senecal’in yüzüne baktı.

      “Ünlü bir gard nasyonal gibi bakıyorsunuz!” dedi.

      Tartışmalara alışkın olan muarızı “Hiç de bir gard nasyonal hâlim yok, hem siz ondan ne kadar nefret ederseniz ben de o kadar ederim.” diye karşılık verdi. “Ama böyle prensiplerle halkın ahlakını bozuyorlar! Hükûmet de işini biliyor ya! Bunun gibi bir sürü maskara ile suç ortaklığı etmese bu kadar kuvvetli olabilir miydi?”

      Ressam tablo tacirini savunmaya kalkıştı; Senecal’in fikirleri kendisini çileden çıkarmıştı çünkü. Hatta Jacques Arnoux’nun altın gibi bir kalbi olduğunu, dostlarına karşı vefalı davrandığını, karısını sevdiğini söylemeye kadar vardı.

      “Ya! Ya! İyi bir para veren olsa modellik etmekten bile çekinmez.”

      Frédéric’in benzi sapsarı kesildi.

      “Size bir haksızlık mı etti yoksa bayım?”

      “Bana mı? Yoo! Kendisini bir dostumla beraber kahvede topu topu bir kere görmüşlüğüm var.”

      Senecal doğru söylüyordu. Ama her gün Art Industriel reklamlarıyla sinirleri bozuluyordu. Onca, Arnoux, demokrasi için uğursuz saydığı bir âlemin temsilcisiydi. Kendisi sıkı cumhuriyetçi olduğu için bütün incelikleri, kibarlıkları ahlak bozukluğu sayıyordu; zaten eğilmek bilmez bir dürüstlüğü olduğundan nezaket göstermeye de ihtiyacı yoktu.

      Konuşmaya tekrar başlanması zorlaştı. Ressam hemen bir randevusu olduğunu hatırladı, müzakerecinin öğrencileri aklına geldi. Bunlar çıkıp gidince uzun bir sessizlikten sonra Deslauriers, Arnoux üzerine türlü türlü sorular sordu.

      “İleride beni onunla tanıştırırsın, değil mi dostum?”

      “Tabii.” dedi Frédéric.

      Sonra, yerleşme işlerini düşündüler. Deslauriers bir dava vekilinin yanında kolaylıkla ikinci kâtiplik işi bulmuş, Hukuk Okuluna yazılmış, lüzumlu kitapları satın almıştı. Hayallerinde kurdukları hayat başladı.

      Gençliklerinin güzelliği sayesinde bu hayat şirinleşti. Deslauriers hiç para lafı etmediğinden Frédéric de bu konuyu açmadı. Bütün masrafları görüyor, dolabı düzeltip yerleştiriyor, ev işleriyle uğraşıyordu; ama kapıcıya ağzının payını vermek gerekti mi kâtip bu işi üzerine alıyor, kolejde olduğu gibi o eski koruyucu ve ağabey rolüne yine devam ediyordu.

      Bütün günü ayrı geçiriyor, akşam buluşuyorlardı; ikisi de ocağın başındaki yerlerine oturup kendi işleriyle uğraşıyorlardı. İşlerini bırakmakta da gecikmiyorlardı. Birbirlerine dertlerini söylüyor, hiç yoktan neşeleniyor, bazen de is çıkaran lamba veya kaybolmuş bir kitap yüzünden kavga ediyor, bir dakika süren kızgınlıklarını gülüşmeler yatıştırıyordu.

      Sandık odasının kapısı açık durduğundan, yatağa yatınca uzaktan uzağa konuşurlardı.

      Sabahleyin, taraçada gömlekle gezinirlerdi; güneş doğmuştur, nehrin üstünden hafif bir sis geçmektedir; yandaki çiçek pazarının şamatası duyulurdu. Adamların pipolarından çıkan dumanlar uykudan hâlâ şiş gözlerine serinlik veren havanın içinde halka halka dalgalanırdı. Bu havayı ciğerlerine çekerken yüreklerine engin bir umut serpildiğini duyarlardı.

      Pazar günü, hava yağmurlu değilse birlikte çıkarlar, caddelerde kol kola yürürlerdi. Hemen her zaman ikisi de aynı şeyi düşünür veya yanlarından gelip geçenlere bakmadan konuşurlardı. Deslauriers’nin zenginlikte gözü vardı; zengin oldun mu insanlara sözünü geçirebilirdin. Emrindeki üç kâtiple, herkesi harekete getirecek, etrafı velveleye verecek, haftada bir kere de büyük bir siyasi ziyafet çekecekti. Frédéric ise İspanya Araplarının sarayları gibi bir saray döşeyecek, kaşmir kaplı sedirlere uzanıp fıskiyelerin şırıltısını dinleyecek, kendisine zenci uşaklar hizmet edecekti. Bu hayal edilen şeyler öyle elle tutulacak kadar canlı hâle gelirdi ki sanki bunlar zaten varmış da kaybetmişler gibi üzülürlerdi.

      “Hep bunları konuşmanın ne faydası var, hiçbirini elimize geçiremeyecek olduktan sonra!..” derdi.

      Deslauriers “Kim bilir?” diye karşılık verirdi.

      Demokrat fikirleri olduğunu bile bile, Deslauriers’yi Dambreuse’lere götürmeye zorluyor, Deslauriers ise itiraz ediyordu.

      “Aman, sen git! Seni davet ederler!”

      Mart ayının ortasına doğru, oldukça kabarık hesap pusulaları arasında akşam yemeklerini getiren lokantacının pusulası da geldi. Bu hesapları ödemeye yetecek parası olmadığından Frédéric, Deslauriers’den yüz ekü borç istedi. On beş gün sonra bir daha borç isteyince kâtip, Arnoux’nun dükkânında çok masrafa girdiği için dostuna söylendi.

      Gerçekten Frédéric hesapsız hareket ediyordu. Bir Venedik, bir Napoli, bir İstanbul manzarası üç duvarın ortalarını kaplamıştı. Ötede beride Alfred de Dreux’nün binicilikle ilgili konuları, şöminenin üstünde Pradier’nin bir grubu, piyanonun üstünde Art Industriel dergisinin çeşitli sayıları, köşelere atılmış resim kartonları odayı öyle tıklım tıklım doldurmuştu ki kitap koyacak, adım atacak yer kalmamıştı. Frédéric resme çalışmak için bütün bunların kendisine lazım olduğunu iddia ediyordu.

      Pellerin’in