Ocak Sönmesin Diye - Lütfü Şehsuvaroğlu Kitabı. Hasan Yılmaz

Читать онлайн.
Название Ocak Sönmesin Diye - Lütfü Şehsuvaroğlu Kitabı
Автор произведения Hasan Yılmaz
Жанр
Серия
Издательство
Год выпуска 0
isbn 978-625-6865-44-0



Скачать книгу

bildiri dağıtıp propaganda yaparken bizim ocakta moralimiz bozuluyordu. Silahı alıp ocağa girdim, moral yükseltmek için çıkardım silahı masaya koydum. “Korkmayın bir şey yapamazlar!” demek için koydum masaya. Kuruçay’da av tüfeği filan kullanmıştım ama tabanca hiç kullanmamıştım. Bunu böyle söyledim ama sonra da düşündüm: “İçimizde ajan olabilir ve polise ihbar edebilir.” Çıkarken silahı saklayacak bir yer aradım. O nedenle sinema salonundan herkesten sonra çıktım. Çıkar çıkmaz da silahı zula bir yere sakladım. Gerçekten de aramızda polis muhbiri varmış. Biz daha sinema salonunun dış duvarını dönerken istasyon tarafından polisler gelip önümüzü kestiler ve arama yaptılar. Silahı bulamayınca ispiyoncunun beceriksizliği ortaya çıktı. İşte bizim karşılarına çıkmaya hazırlandığımız kızlı erkekli o grubu bir gün Etimesgut’un gecekondu mahallesinin kadınları tencere tavalarla kovalamıştı.

      İspiyoncunun kim olduğunu tahmin edebildiniz mi?

      Tahmin ettik. Bizim tahminlerimiz daha sonra genel merkezde üstlendiğimiz görevlerde de devam etti. O hissikablelvuku, teşkilatçılığımızda da yansıdı ve Muhsin Başkan’la aramıza girmiş MİT ajanlarını çok güzel deşifre ederdik. İspiyoncuyu görünce yüzünden anlardık.

      ÜNİVERSİTE GENÇLİĞİ NEDEN AYRIŞTIRILDI?

      70’li yılların başında, Türkiye’de ideolojik kamplaşma yoğunlaştı. Kitlesel terör eylemleri olmasa da üniversite gençliğinin enerjisi birikmeye başladı. Siz de 1974 yılında Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi öğrencisi oldunuz. Aynı zamanda Etimesgut Büyük Ülkü Derneğinin de başkanlığını sürdürüyorsunuz. Okul ile dernek başkanlığını birlikte yürüttünüz.

      Evet, Etimesgut Büyük Ülkü Derneğinin başkanlığını yaparken, Ziraat Fakültesine devam ediyordum. Evim uzak düşer diye Yıldırım Beyazıt Öğrenci Yurdunda kalıyordum. Ziraat Fakültesi ile Veterinerlik Fakültesi yan yana idi. Veterinerlik Fakültesinde de Ali Batman, Ramiz Ongun, Muhsin Yazıcıoğlu, dayı dediğimiz bizden birkaç sınıf önde olan bir arkadaşımız, Özcan Aydın filan vardı. Hayatımın daha sonraki yıllarında yol arkadaşım olacak Yıldırım Bölge Ülkücüleri ile yurtta tanıştım.

      Aileniz Etimesgut’ta olmasına karşılık siz yurtta kalıyorsunuz. Neden?

      Yıldırım Beyazıt Yurdu, okulun bulunduğu Dışkapı’daki yerleşkenin içinde. Etimesgut’a gidip gelmek bugünkü gibi kolay değildi. Yurtta kalmak daha rahattı. Yurdun bir tarafı kız yurdu, bir tarafı erkek yurdu. Biz de okuldan sonra yurdun kantininde oturuyorduk. Okul bizim elimizdeydi ve komünistler ele geçirmeye çalışıyorlardı. Okulun amfileri dağınıktı; kültür teknik amfisi Keçiören yolunda, makine amfisi Aydınlıkevler yolundaydı. Komünistler 200-300 kişi otobüslerle gelip okulu basıyorlardı. O yüzden “Komünistler geldi okulu bastı.” diye haber gelince biz kantinden koşup okulu kurtarıyorduk. Böyle bir mücadele ortamı vardı okulda.

      Potansiyel enerjisi yüksek bir ortam.

      Fakülte birinci sınıfta, henüz polis araya girmemiş iken solcu ve sağcı öğrenciler olarak tartışırdık. Fikrî tartışmalar yapardık. Marksizmi yanlışlayan görüşlerimizi söylerdik. Onlar da bizi eleştirirlerdi. Yani, üniversitelere polis girmeden önce siyasi gruplar tartışırlardı. 1974-1975 yılları tartışma ile geçti. Mesela 1976 yılının Aralık ayında öldürülen DHKP/C üyesi Aynur Sertbudak benim sınıf arkadaşımdı. Biz Aynur ile siyasi tartışma yapardık. Ama 1974 yılında çıkartılan affı takiben 1975 yılından sonra amfilerde ve okullarda olaylar başlayınca, polis duvar gibi araya girdi. Polis araya girince, diyelim ki sen bir tarafta kaldın solcu oldun, ben bir tarafta kaldım sağcı oldum. İkimiz aslında benzer insanlardandık.

      Böylece gruplar arasındaki etkileşim ve diyalog koptu.

      Birbiriyle tartışan, münazara yapan insanların arasına polis girince karşılıklı kampların insanları oldular. Sağcılar bir tarafta, solcular bir tarafta kaldı. Gruplara düşen Türkiye gençliği, o gruplar tarafından siyasi malzeme olarak kullanıldı. Öğrenciler zorunlu olarak kamplara sürüklendi. Şüphesiz bu sadece polise yüklenecek bir hata değil. Bütün örgütler gençlikten enerji devşirmek için zaten bir çalışma yapıyorlardı. Ama bu fikrî bir çalışma olabilirdi. Ne zaman ki polis araya girdi, gruplar arası çatışma keskinleşti. Gruplar da kendi adamlarını kaybetmemek için bu keskinleşmeyi derinleştirdiler. Her taraf örgütün elinde idi. Örgüt içinde yükselme, başka sosyo-psikolojik faktörler gençlikte başka saiklerle biçimlenmeye başlandı. Yani devrimci önderler, ülkücü abiler, akıncı örgütlenmeler gençleri biçimlendirmeye başladı.

      Sürecin sizi nereye götürdüğünü o zaman itibarıyla anlayabilecek durumda değildiniz tabii…

      Anlayabileceğimiz bir şeydi. Neden anlamayalım. Ama şefleri nerelere bağlıydı, bugünkü mesele neyse o zaman da geçerli olabilir.

      Polisin araya bilinçli bir şekilde girdiğini düşünebiliyor muydunuz?

      Polisin de bilinçli bir şekilde girdiğini zannetmiyorum.

      Bu yorumu sonradan yaptınız.

      O zaman da yaptık. Çünkü benim bazı arkadaşlarım vardı, öbür tarafta kaldı. Onlarla diyaloğu devam ettirmek isterdim, ettiremedik. Vatan çocuklarından bir kısmı devrimcilerin yanında, kimisi komünist örgütlerin içerisinde yer aldılar.

      Bu tarafa da hasbelkader düşen oldu mu?

      Olmaz mı? Sosyolojik bir şey, bu tarafa da düşer o tarafa da düşer. Dediğim gibi Aynur Sertbudak, DHKP-C’nin en hızlı üyelerinden benim sınıf arkadaşımdı. Hatta beraber peyzaj mimarisi tezi yazdık.

      Yani diyaloğunuz vardı, konuşabiliyordunuz. O diyaloğunuz devam etseydi belki siz solcu olacaktınız ya da o kız ülkücü olacaktı.

      Evet o kız DHKP-C üyesi olmayabilirdi, babası çok iyi bir insandı. Arada diyalog kesilince öyle bir ayrışma oldu. Bu ayrışmanın o dönemlerde bilinçli yapıldığı kanaatinde değilim. Ama üniversiteye polisin girmesiyle taraflar keskinleşti. Ayrıca taraflar da bu ayrışmayı keskinleştirdiler. Bu keskinleşme taraflara enerji sağlıyor. Sonra cenazeler oldu; cenazeleri kaldırırken güç gösterisi oluyor. Onların cenazesi 10 bin kişi, senin cenazen niye 5 bin kişi olsun; 10 bin kişi olması lazım. Ondan sonra kurtarılmış bölgeler oluşmaya başladı. Mesela SBF kurtarılmış bölge, orada devrimci bir öğrenci gelir kürsüyü işgal eder, “Ders bitmiştir, boykota gidiyoruz.” der. Yahut şu cenazeye gidiyoruz”, “şu mitinge gidiyoruz” der ve bütün okulu sürü hâlinde oraya götürür. Gidenlerin hepsi devrimci mi? Hayır. Ama giderler. Diyelim ki Yıldırım Beyazıt bölgesinde de biz götürüyoruz. Amfiye çıkar bir arkadaşımız, “Yürüyüş var arkadaşlar, okulu boşaltıyoruz!” dediğinde herkes boşaltırdı.

      Kızılcahamam’da yurt ve okul arkadaşlarıyla piknikte yarışma jurisi

      Katılmamanın da müeyyidesi var tabii, dışlanmak ya da dayak yemek gibi.

      E tabii.

      Ve bu süreçte iyice keskinleştiniz.

      Biz derken kim? Gençlik keskinleşir, kemikleşir. Ama kendimin keskinleşip kemikleştiği kanaatinde değilim hiçbir zaman.

      ÜLKÜ OCAKLARININ TARİHİ ÜZERİNE

      Günümüz Türkiye’si, dernek zengini. Her 70 kişiye bir dernek düşüyor. Kabaca 1 milyon dernekten söz ediliyor. Ama bunların içinde öyle dernekler var ki ülke çapında yankı uyandırabiliyor. Geçmişteki Ülkü Ocakları buna somut bir örnek.