“Sağlam ve iyi beslenmiş bir atın, ipini koparıp ihtişamla ovadan yıkanmaya alıştığı güzelce akan nehre doğru dörtnala koşması gibi -başını yukarıda tutar, kendi gücüyle övünerek yolunun üzerindeki yerlere ve kısrakların beslendiği düzlüklere rüzgâr gibi uçarken yeleleri omuzlarından dalgalanır- Paris de zırhı içinde güneş ışığı gibi parlayarak, yüce Pergamos’tan ayrıldı ve yolda dörtnala hızlanarak giderken kocaman bir kahkaha patlattı.”
Homeros’un herhangi bir sayfasını açın; hiçbir zaman belirsiz veya somut olmayan bir şey karşınıza çıkmayacaktır. Her detay, düzenli bir biçimde keskin bir odak noktasından verilmiştir.
Ana karakterlerin hepsinin kendine özgü kişilikleri de böyledir; hırçın Tanrıça Afrodit’ten ona eş değer hırçınlıktaki Aşil’e değin, savaş alanının bir James Dean’i veya Jim Morrison’udurlar. Eleştirmen Mark Van Doren’in gözlemlediği gibi, “Aşil erken yaşta ölecektir ancak sonsuza dek yaşayacak biri gibi görünür ve hareket eder.” Ölüm makinesi surat astığı bir sırada, çalıntı bir lirle oynayarak ve “kahramanların yiğitlikleri şarkısını söyleyerek” kendini eğlendirir (Truva’nın kahramanları için bile, gerçek kahramanlık çağları çoktan geçmişte kalmıştı.). Savaşa sadece arkadaşı Patroklos’un ölümünün intikamını alma arzusu ile döndü. Pek çok okuyucuya göre, şiirdeki en takdire şayan karakter metanetle kaderine teslim olan Hektor’dur; karısı ve çocuğu ile çok mutlu olan -küçük Astyanaks, babasının miğferindeki tüyden korkmuştur- ancak şehri için savaşmak adına görevine bağlı bir kahraman. Her adamın kendi aristeia’sı 6 olacaktır -kendi zafer anı, buğday tarlasındaki harman dövücü gibi savaş alanını silip süpürdüğü an. Her ikisi de kaderin onlara karşı olduğunu bilerek savaştılar: Hektor, Truva’nın en sonunda düşeceğinin farkında olarak, Aşil genç yaşta ölüme mahkûm olduğunu bilerek… Ancak her ikisinde de kendine acıma duygusu yoktu. Aşil’in, kendi hayatı için pazarlık eden, Priamos’un oğlu Lykaon’a söylediği gibi:
“Bana kurtulmalıktan bahsetme! Patroklos ölünceye dek, Truvalıların canını bağışlardım ve canlı tutsak ettiğim pek çoğunu uzak denizlerde sattım; ama artık İlyon’un önünde Tanrı’nın ellerime verdiği hiçbir adam yaşamayacak, hele de tüm Truvalılar içinde Priamos’un oğulları için daha da zor olacak bu. Bundan dolayı dostum, sen de öleceksin. Neden sızlanırsın böyle? Patroklos öldü, ki o senden daha üstün bir adamdı. Benim de ne kadar büyük ve üstün olduğumu görmez misin? Soylu bir babanın oğluyum ve anam da tanrıçadır, ama kader ve ölümün gölgesi düştü üzerime kuşkusuz. Bir gün gelecek, şafak vakti, karanlıkta veya öğle vakti, birisi savaşta canımı alacak, ya mızrağı ya da yayından fırlayan bir okla.”
Lykaon yalvarmaktan vazgeçtiği zaman öldürülür. Oliver Taplin’in yazdığı gibi, “ ‘İlyada’ insanların ne yaptığı ile ilgili değildir, nasıl yaptığı ile ilgilidir, yolun sonuna kadar acı ve ölümle karşı karşıyadırlar.”
Tam tersine “Odise”, çok daha az şiddet içerir. İlk kelimesi “andra”7, “adam” anlamına gelmektedir ve şiir gerçekten de kahramanın talihi ve iniş çıkışlarına odaklanır (Tabiri caizse vatan hasreti ile beslenmiştir.). Becerikli, ihtiyatlı ve her alanda yetenekli Odysseus, Aşil veya Agamemnon’dan çok daha modern görünmektedir. Zaferinin onaylanmasını ister -Yoksa kör Polyphemos’a gerçek adını sonunda neden ifşa etsin ki?– fakat gerçek yeteneği hayatta kalma becerisidir. Bunu başarmak, temkinlilik ve açıkgözlülük dâhil bütün yeteneğini kullanmayı gerektirmektedir. Şiir boyunca Odysseus, kim olduğuna dair birbiri ardına uydurma açıklamalar yapar; bazen Fenikeli, diğer zamanlarda İdomeneus’un kardeşi ve Kykloplu Polyphemos ile beraberken önce Hiç Kimse. En önemlisi, o, birçok rolün adamıdır -Athena ile flört etmiş ve Peygamber Teiresias’a danışmak için ölülerin yurduna cesaretle girmiştir. Aşil, Agamemnon, Aias ve Hektor gibi görece daha yüce adamların ölmesine rağmen Odysseus onlardan sonra da yaşar. Bu onun zaferidir.
“İlyada”, Truva duvarları önünde veya Skamandros Nehri kıyısı boyunca savaşırken, bir yandan geçici kamplarda yaşayan “savaşan erkekler” üzerine odaklanmışken “Odise” coğrafi hareketliliğine rağmen şaşırtıcı derecede evcildir. Bize çoğunlukla barış içinde yaşayan bir dünyayı gösterir ve önemli bir teması da misafirperverliktir; Aşil’in öfkesinin tam tersine. Eski zamanlarda, ev sahipleri, yorgun yabancılara ve gezginlere misafirperverliklerini -xeinia-8 gösterirlerdi veya göstermek durumundaydılar. Penelope’nin taliplileri bu imtiyazı kötüye kullanırlar; Kyklop bu geleneği tersine çevirir (Misafirlerini beslemek yerine, onları yer.); Kirke ve Kalypso da kendi zevkleri için işlerine geldiği gibi değiştirirler. Odysseus bir adaya vardığında nasıl bir karşılama göreceğini merak etmiştir. Açlık, midesi ve yiyecek ihtiyacı hakkında bu kadar çok konuşan başka bir klasik kahraman daha var mıdır?
Bir çeşit hayal ülkesinde yaşayan Phaiakian’lar, yarı boğulmuş bu yabancıyı şerefle ağırladılar -ve Odysseus’un gerçek hikâyesini nihayetinde anlattığı kişiler onlardır. Sinbad türü maceraları beğenenler, bu yirmi dört kitaplık destanın sadece dokuz ile on iki arasındaki kitaplarına zaman harcarlar. Şiirin ikinci yarısının büyük bir çoğunluğu İthake’de geçer ve daha büyük ancak sakin heyecanlar sunar: Odysseus’un yirmi yıl beklemiş yaşlı köpeği Argos’un efendisini tanıdığı an; Bakıcı Eurykleia’nın sırrını ifşa eden yara izine dokunması ile karşısındaki yabancının kimliğini anladığı an; küçümsenen dilencinin oku atmadan önce çürükleri izleyip büyük yayı birden taktığı ve lir gibi çektiği dramatik an: “Köpekler, Truva’dan gelmemem gerektiğini mi düşünmüştünüz? Benim mallarımı israf ettiniz, kadın hizmetçilerimi sizinle yatmaya zorladınız, ben hâlâ yaşarken karımı elde etmeye çalıştınız. Ne Tanrı’dan ne de insandan korktunuz ve şimdi öleceksiniz.”
Öldüler de. Her biri…
Sonuç olarak bir kimse “İlyada” ve “Odise”den ne alır? Konusunda son derece söz sahibi olan XVIII. yüzyıl klasik eser uzmanı Johann Joachim Winckelmann “eine edle Einfalt und eine stille Grosse”9 demiştir. Eleştirmen Guy Davenport çok yerinde bir şekilde, Homeros’un bütün çeşitliliği ile tarafsız olarak dünyayı kabul eden “mükemmel derecede cömert aklına” dikkat çeker. Diğerleri savaşın bulaşıcı doğası hakkındaki bilgeliğini veya Odysseus’un ilk modern adam olarak tasvirini vurgulayabilir ancak bence Ezra Pound, Homeros’un daima taze kaldığını vurguladığı zaman onu, doğru anlamış olan kişiydi. İki bin beş yüz yıldan fazla zamandır, “İlyada” ve “Odise” hâlâ bize unutulmaz bir şekilde, neredeyse hayat ile ilgili önemli olan her şey hakkında bir hikâye anlatır…
ÖN SÖZ
Önde gelen devlet okullarımızdan birinin müdürü bana, Latinceden İngilizceye tercümede dikkate alınması en gerekli kriterlerin ne olduğunu düşündüğüne dair bir soru sorulmasından bu yana uzun zaman geçmediğini söyledi. Cevabı, Latincenin ilk başta deyimsel olması, ikinci olarak akıcı olması ve son olarak tercüme edildiği İngilizceye mümkün olduğunca yakın tutulması gerektiği olmuştu.
“O zaman Latince ya da İngilizceden birinin mecburen yerini bırakması gerekirse Latince yerine İngilizcenin yerini bırakması gerektiğini savunuyorsunuz?” dedim.
Bu görüşte olduğunu söyledi ve elbette sözü geçen bu çok sağlam ilkelerin tüm tercümeler için geçerli olacağını da. Tercümenin
6
Yunancada kahramanın savaşta en iyi olduğu an. (ç.n.)
7
Yunancada “adam” anlamına gelir. (ç.n.)
8
Yunancada, evinden uzakta olanlara karşı gösterilen Yunanlara özgü misafirperverlik anlamına gelir. (ç.n.)
9
“