Sahaf Mendel II. Dünya Savaşı yıllarından entelektüel bir kitap bilgini olan Sahaf Mendel, trajik öyküsünün anılar ve duyumların harmanıyla zamanında müdavimi olduğu Kafe Gluck’taki ondan kalan boş yerinde sanki yeniden canlanıyor. Savaşın acımasız yıkımı ve anlamsızlığı karakterin öyküsünde okuyucuya resmediliyor. “Mendel, artık Mendel değildi, tıpkı dünyanın artık eski dünya olmadığı gibi…” Görünmez Koleksiyon Kör bir koleksiyoner, artık var olmadığını ve değersiz kâğıt parçalarına dönüştüğünü bilmediği koleksiyonuna derin bir bağlılık duyar. Koleksiyonundan en ufak bir kaybın onu yıkıma uğratacağını bilmesine rağmen ailesi, zor şartlardan dolayı birer birer o nadide eserleri elden çıkarır. Yerine de hiçbir değeri olmayan kâğıtlar yerleştirirler. Rutini, bu değersiz kâğıtların sırayla düzenlenmesine ve onlarla kurduğu bağın dokunuşlarıyla ifadesine dönüşür. Bu bağlılık ise artık sadece bir yanılgıdan ibarettir. “Trajik bir biçimde hiçbir şeyden haberi olmayan adam hatıralarında oldukça gerçek olan resimleri hiç hata yapmadan kusursuz bir biçimde ve sırasıyla, her bir resmi en ince ayrıntısına kadar övdü ve tarif etti: Görünmez koleksiyonu çoktan rüzgârların dağıttığı bu kör adamın, acıklı bir biçimde aldatılmış insanın vizyonunun coşkusu o kadar muhteşemdi ki, neredeyse ben bile buna inanmaya başlayacaktım.” Bir Zanaatkâr ile Beklenmedik Karşılaşma Paris’in kalbi sayılan Strasburg Bulvarı’nın ortasında, kalabalık insan selinin ve dükkânların ışıltıları arasından bir yankesiciyi fark eden anlatıcı, onu bir anda göz hapsine alıyor. Yankesicinin işini sanatsal bir icrayla gerçekleştirmesi anlatıcıyı bir yandan büyülerken bir yandan da onu ahlaki çelişkiye düşürüyor. Anlatıcı, metcezirin doruğuna meraklı bir heyecanla tırmandırıyor. “O artık çivisi çıkmış dünyadaki sayısız yoksul, sefil, kovalanan, hasta ve perişan insandan biriydi sadece ve ben birdenbire kendimi onunla meraktan öte daha derin bir katmandan bağlandığımı hissettim.”
Elit tabakadan gelen, saygın ve centilmen bir yedek subay, hayatının heyecanının kaybolduğu günlerden bir gün, at yarışı seyretmeye gider. Yarış esnasında yerde başkasına ait bir bilet bulur ve bu biletle at yarışı oynayıp para kazanır. Hem ihtiyacı hem de hakkı olmayan bu parayı alıp cüzdanına koyması, yedek subayın hissiyatında birtakım çalkalanmalara sebep olur. Yedek subay işlediği bu hırsızlık suçu sebebiyle hem suçlanmaktan korkup yaptığı işten utanç duymakta hem de içinde yer aldığı burjuva dünyasının kemikleşmiş yaşantısından kendini dışarı atmanın mutluluğunu yaşamaktadır. 36 yıllık yaşamında ilk kez kendini bu kadar canlı hisseden başkahramanımız, içten içe muhtaç olduğu sevgi isteğiyle beraber, kaybettiği benliğini bulma yolculuğuna düşecek ve çevresinde görmezden geldiği insan hikâyelerinin farkına varmaya başlayacaktır. Bu tutkunun fırtınasıyla bir kapı açılmıştı. İçime doğru bir derinleşme oldu. Haz dolu bir baş dönmesiyle içimdeki bu bilinmeyene bakarken hem korktuğumu hem de mutlu olduğumu hissettim. Çevremde gülerek ve sohbet ederek dalgalanan binlerce insanın içinde ben kendimi, içimdeki o yitik insanı arıyordum, hatırlamanın o büyülü sürecinde yılları yoklayarak gerilere gittim. (…) Artık size ait değilim, artık değilim; belki yükseklerde, belki diplerde, dışarılarda bir yerlerdeyim; fakat asla ve asla sizin burjuva refahınızın düz kumsallarında değilim artık.(…) Hayır, artık asla o insan olmak istemiyordum. Geçmişteki o kusursuz, duygusuz, dünyadan kopuk centilmen olmak istemiyordum, suçun ve dehşetin tüm derinliklerine dalacak olsam da artık gerçek yaşamı istiyordum!
İnsan duygularını üstün gözlem yeteneği ile okurlarına aktaran Zweig; bu uzun öyküsünde genç filoloji öğrencisinin gözünden bir akademisyenin entelektüel kimliği arkasındaki duygusal yaşamına ışık tutuyor. Karakterler arasında kurulan bağ, duygusal sarsıntılara zemin hazırlasa da profesörün hayatındaki temel gerçeği de açığa çıkarıyor. Kabullenmesi zor olan duyguların zihinde yarattığı karmaşıklıkta, duygusal çalkantılarında boğulan kahramanlar, Zweig’ın kaleminde tekrar canlanıyor. Roland, profesör ve eşi arasındaki benzersiz aşk maceraları, aralarındaki sırlar ve saplantılı duygusal ilişkiler, gerilimler Zweig’ın güçlü kalemi ve tahlilleri ile her devrin okuruna hitap etmeye devam ediyor. «Hocamın başlangıçta fısıldar gibi acele çıkan sesi artık kaslarını ve bağ dokularını geriyor, gittikçe daha rahat ve daha yüksekten uçan metal ve parlak bir uçağa benziyordu: Oda artık sesine dar geliyor, duvarlar yankıdan zorlanıyor, mekânın tümüne ihtiyaç duyuyordu. Fırtınanın tepemde estiğini hissediyordum, denizin köpüren dudaklarından gümbürtülü kelimeler bağırarak çıkıyordu: Yazı masasının üzerine eğilmişken sanki yine kendi memleketimde deniz kenarındaki kumların üzerindeymişim gibi ve sanki binlerce dalganın muazzam uğultusu ve rüzgârın nefes alır gibi yaklaşıyor olması gibiydi.»
Kral Süleyman’dan beri Yahudilerin kutsal emaneti olan yedi kollu Şamdan Menora, Vandalların Roma’yı istilası sırasında ele geçirilir. Bu acı duruma henüz 7 yaşındayken tanık olan Benjamin Marnefesch, ömrünü, şamdanı ait olduğu yere geri getirmeye adar. Şamdanın neredeyse 90 yıllık göçü, Yahudilerin kutsalına bağlılığıyla diyar diyar gezmesine ve bu süreçte Benjamin’in de 88 yaşında son nefesine kadar mücadelesine konu olur. «Gömülü Şamdan», hangi inanışa, hangi dine ve hangi etnik sınıfa ait olursa olsun insanın değer verdiği, kutsal gördüğü emanetler için nasıl malını, canını ortaya koyduğunu, yaşayışlarını o emanetlere göre şekillendirdiğini ve tüm sevinçlerinin ve kederlerinin kaynağının yine o emanetler olduğunu ortaya koyuyor. «Bizim bütün çilemizin kaynağı, elle tutulur olana tutunmamamız, daima arayanlar olarak kalmış olmamız ve sonsuza kadar görünmeyenin peşinden gitmemizdir. Ancak görünmez olana bağlanan, elle tutulur olana düşkün olandan daha güçlüdür, çünkü öteki geçici, bizimki kalıcıdır.»
Bir eş ve baba olan Bay Salomonsohn’un hiddet duyduğu her şey, zaman içerisinde artık ona acı vermeyi bırakır. Ailesinin içindeki varlığı kendi deyimiyle bir hayalete dönüşür. Böylelikle başlar insanlara ve kendine karşı duyduğu yabancılaşma ve yüreğinin ölüme giden yolculuğu… “Bir yüreğin adamakıllı sarsılabilmesi için her zaman kaderin güçlü bir tokadı ya da her şeyi sert bir şekilde söküp atan kaba kuvveti gerekmez; hatta gelişigüzel bir sebeple yıkımı yaratmak, onun ele avuca sığmaz şekil verme arzusunu tahrik eder.” *** Kızlarını ve eşini, henüz yeni tanıdığı bir adama duyduğu tutkulu aşkı uğrunda terk eden bir kadının üzerine, yükselen konuşmalarda kendini ve geçmişini bulan bir başka tutkulu kadının yirmi dört saatlik öyküsü… “Bir kadının, hayatının bazı anlarında kendisi istemese ve fark etmese de bazı gizli güçlerin esiri olabileceği, insanların bu gerçeği reddetmesinin altında, kendi içgüdülerinden, doğasındaki şeytanlıklardan korkmasının yattığını, kendilerini ‘kolay baştan çıkaranlara’ göre daha namuslu, daha temiz hissettikleri için mutlu olduklarını söyledim. Oysa benim şahsen bir kadının kendisini içgüdülerine özgürce bırakmasını, tutkularının peşinden gitmesini, genelde olduğu gibi kocasının kolları arasında, gözleri kapalıyken onu aldatmasından daha dürüstçe bulduğumu belirttim.”
Onu asla tanımamış bir adama, mutlak bir aşkla bağlanan meçhul kadının, «Sana, beni asla tanımamış olan sana…» diye başlayan mektubunda on üç yaşından son nefesine kadar duyduğu çıkarsız aşkı, heyecanı, mahcubiyeti, kısaca âşık bir insana ait tüm duygular insanüstü bir doruğa ulaşır. «Bilinmeyenle nitelenen bu hissiyat, şimdiye dek hiç bu kadar çözülmemiş ve gerçek ile kıyasa sürüklenmemiştir. Sen, beni hiçbir zaman tanımayan, bir suyun yanından geçercesine yanımdan geçip giden, bir taşa basar gibi üstüme basan, her zaman, ama her zaman yoluna devam eden ve beni sonsuz bir bekleyişte bırakan sen, kimsin ki benim için?»
Çok yönlü yazar ve şair olan Stefan Zweig, bir “aydın” olarak da anılmış, psikolojiye olan ilgisini de eserlerine yansıtmış üretken bir yazardır. Kitap, Zweig’ın üç kısa dramatik hikâyesinden oluşmaktadır. Okuyucuyu hadiselerin içine sürükleyen bu üç hikâyede, Zweig’ın hayal gücüyle kalemi âdeta iş birliği içerisindedir. Her hikâyesi, peşi sıra birçok düşünceyi de beraberinde hatırlatır okuyucuya… «Ay Işığı Sokağı»nda zengin bir adamın durumu pek de iyi olmayan bir kadın ile evliliğinden bahsedilir. Bu evlilik, kahramanların bekledikleri gibi gitmez ve kadının adamı terk etmesiyle nihayet bulur. Derin pişmanlık duyan adam, karısını geri döndürmek için elinden geleni yapar. Tabii bu süreç, zannettiği kadar kolay olmaz ve beklenmedik durumlarla karşılaşır. *** Kadın ve Manzara’da ise sıradan bir adamın mutluluğu ve aşkı bulma çabası anlatılmaktadır. Zweig, bu hikâyesinde psikolojik tahliller ve başarılı betimlemeler yapmış, üstelik aşkın mahiyetine derinlemesine ışık tutmuştur. *** Leporella ise âdeta bir kadının dönüşümünü, olduğu kişilikten bambaşka bir kişiliğe bürünme sürecini anlatmaktadır. Zweig’ın psikolojik analizlerinin zirve yaptığı, ihtiras ve acının harmanlandığı vurucu bir hikâyedir. «Tabiat hastaydı, orada da bu sessiz cinnetin öfkesi vardı ve ben pencereden duyguların aynasına bakıyormuşum gibiydi. Tüm benliğim dışarıya taştı, benim bunalımım ile arazininki sessiz, nemli bir kucaklaşmayla birbirine aktı.»
Kendisinden yardım isteyen kadını soğuk ve kibirli bulduğu için reddeden bir doktorun, anlamsız hırsı ve öfkesinden dolayı pişman olmasıyla yaşadığı duygu savaşının anlatıldığı bir kitaptır “Amok Koşucusu”. “Amok?.. Hatırlıyor gibiyim… Malezyalılarda bir çeşit sarhoşluk…” “Sarhoşluktan fazlası… Bir çılgınlık… Bir çeşit köpek kuduzunun insani biçimi… Karşılaştırılması başka hiçbir alkolik zehirlenmeyle mümkün olmayan bir çeşit delice, anlamsız saplantı…” “Amok! Amok!” ve her şey kaçar… ancak o koşar, duymadan koşar, görmeden rastladığı her şeyi indirir… kuduz bir köpek gibi.
Yaşlı bir ressam ve genç Esther’in dostluğuyla başlayan hikâye aynı zamanda dönemin karmaşıklıklarını da gözler önüne seriyor. Kiliseye Meryem Ana tablosu yapması istenen ressam model olarak Esther’i seçer ve çizimde ona bir çocuk verir. Başlarda çocuğa dokunamayan bu genç kız zamanla âdeta tabloyla özdeşleşir ve sonu da tıpkı tablonun başına gelenle aynı olur… Mezhep farklılıklarından doğan çatışmalara ve genç bir kızın içine kapanık dünyasından nasıl annelik içgüdüleriyle dolup taştığına Zweig’ın anlatımıyla şahit oluyoruz. Ve o anda büyü bozulmuştu. Aşağılanmış topluluk utanç ve öfke içinde yukarıya hücum etti. Sert bir yumrukla yana savrulan Esther sendeledi. Ama toparlandı; sanki söz konusu olan kendi gerçek hayatıymış gibi resim için savaştı. Kör bir öfkeyle ve eski inadıyla ağır bir gümüş şamdan ile vurdu; içlerinden birisi küfrederek yere düştü ama bir başkası öfkeyle öne fırladı. Bir hançer kırmızı bir şimşek gibi parladı ve Esther yere kapaklandı. Aynı anda sunaktan kırılan sivri parçalar artık acı hissetmeyen bedeninin üzerine yağmaya başladı. Meryem Ana’nın çocukla ve kalbi kanayan Meryem Ana resmi, ikisi birden tek bir öfkeli balta darbesiyle düştü. *** Duyduğu aşk ve kavuşmanın imkânsızlığı karşısında eli kolu bağlı olan bir adam… Gerçekliğin yüzüne çarpan derin acısı ve soğuk tren rayları… Aşkın en saf hâli ve kalpleri sızlatan bir hikâye…O zaman gözlerini bir kere daha açtı. Üstünde sessiz, lacivert siyah gökyüzünü ve birkaç ağacın sallanan tepesini gördü. Ve ormanın üzerinde parlayan beyaz bir yıldız. Ormanın üzerinde yalnız bir yıldız… Şimdi raylar başının altında hafifçe titremeye ve inlemeye başlamıştı. Ama düşüncesi kalbinde ve aşkının tüm coşkusunu, çaresizliğini içeren gözlerinde ateş gibi yanıyordu. Tüm özlemi ve acı veren bu son soru, yukarıdan ona merhametle bakan o beyaz, parlak yıldıza doğru yükseldi. Tren yaklaşıyor, yaklaşıyordu. Ve ölecek olan adam, tarif edilemeyecek son bir bakışla o pırıldayan yıldızı, ormanın üzerindeki o yıldızı bir kere daha sarmaladı. Sonra gözlerini kapattı… *** Eski bir yapının muhteşem benzerlikteki iki kulesinin hikâyesinin anlatıldığı kitapta babalarının hırsını ve annelerinin güzelliğini kendilerinde toplayan kıskanç ikiz kardeş Sophia ve Helena, tamamen zıt bir karaktere sahiptirler fakat tek ortak yönleri birbirlerini delicesine kıskanmalarıdır. Yaşadıkları fakir hayattan bıkan kız kardeşlerden Helena bir gün evden kaçar ve erkekleri para karşılığı evinde ağırlayan bir kadına dönüşür. Fakat tüm ülkeye ünü yayılan kardeşini delicesine kıskanan ve hâlâ fakir hayatı yaşayan Sophia da intikam almak ister ve kardeşinden tamamıyla zıt bir hayat yaşayarak, yani dünyevi zevklerden uzak bir hayat yaşayarak kendinden bahsettirmek ister. İsteği gerçekleşir fakat bu sırada kardeşinin hain planından bihaberdir… Böylece yalancı dünyamızda ve ilk defa olmamak üzere Helena Sophia’yı yenmiş, güzellik bilgeliğe karşı, kötülük erdeme karşı, her zaman istekli olan beden de bocalayan ve başına buyruk ruha karşı galip gelmişti ve zamanında Hz. Eyüp’ün o önemli konuşmasında yakındığı gibi, yeryüzünde kötülerin hayatı iyi giderken, dindarlar zarar görmeye ve iyilerin alay konusu olmaya devam ediyorlardı.
Bayan Wagner burjuva dünyasında sakin bir şekilde yaşayan; ünlü, kültürlü ve saygın bir avukatla sekiz yıllık evli, iki çocuğuyla huzurlu ve mutlu sayılırdı. Bir akşam tesadüfen tanıştığı genç piyanistle başlayan gönül ilişkisiyle kendini bambaşka bir dünyada bulur. Hükmedemediği karmaşık duyguları onu maceraya sürüklerken aynı zamanda tehlike ve korkunun da derinliğini fark edecekti. Maruz kaldığı şantaj ve hoyratlık karşısında savunmasız, çaresiz ve yakıcı korkularının içinde duyduğu suçluluk, ruhunu trajik bir sona doğru götürecekti… “Ne diye bağırdım, neleri ele verdim?” diye ürperdi Irene. Ne biliyor acaba? Gözlerini kaldırıp kocasının gözlerine bakmaya cesaret edemedi. Ama o, garip bir sakinlikte ve gayet ciddi, kendisine bakıyordu.