Название | Zalimane Bir İdam Hükmü |
---|---|
Автор произведения | Ebubekir Hâzim Tepeyran |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 978-625-6865-92-1 |
Reis: “Bursa’da vali iken Dâhiliye Nezaretine yazdığınız şifre telgrafta Kuvayımilliye reislerinden Ethem’in (Çerkez) bir evi yakmasını mazur göstermek istiyorsunuz.”
Evrakım arasında -Kuvayımilliye efradının kanuna aykırı hareketlerine göz yummadığımın fiili bir delili olduğu için- muayeneye memur Avni Efendi’nin iyilik maksadıyla ayırdığı bu telgraftan Divanıharp Reisi hiç bahsetmek niyetinde olmadığı hâlde: “Hiç yoktan Kuvayımilliye taraftarlığına delil icat etmeye çalışıyorsunuz. Kâğıtlarım arasından alınan telgraflardan Çerkez İdris Ağa’ya dair olan telgraf, o yoldaki mesaiyi iptal etmeye kâfidir. O telgrafname okunsun.” dediğim için telgrafı okuduktan sonra Reis bu suali sormuştu.
Dâhiliye Nezareti: “İdris Ağa namında bir Çerkez’i Bursa Divanıharbi niçin arıyor? Adı geçen Kirmasti kazasında bir köydeki hanesi niçin ve kimin tarafından yakılmıştır?” diye sordu. Ben resmî ve hususi tahkikata atfen: “Divanıharp bu adamı aramıyor, fakat bir katil meselesinden dolayı oğlu, divanıharp tarafından tevkif edilmiştir. Evinin yıkılması Anzavur’u takip için”…
Reis sözümü keserek: “Ne için Anzavur Ahmet Paşa demiyorsun?”
Ben: “O zaman daha paşa olmamıştı, o da bir şaki idi.”10 diyerek sözüme devam ettim. “Bandırma’dan Kirmasti tarafına gelen Kuvayımilliye müfrezesi üzerine, o hanede gizlenen şahıslar tarafından silah atılmasından ve bu esnada müfreze kumandanı Ethem’in (Çerkez) akrabasından birinin (galiba yeğeni) ölmesinden dolayı evin yakılmış olduğunu söylüyorum.
Babıali’ce meçhul olduğu ve sorulmadığı hâlde Ethem’in diğer bir cürmünü de ilaveten bildiriyorum: ‘Bu haneden başka İdris Ağa’nın bir de değirmeni yakılmıştır ki bunun sebebi anlaşılamayıp Ethem müfrezesinin şu vesile ile vilayet dâhiline gelip gidişinde ika olunan taşkınlıkların bir devamı demek olur.’ ” diyerek bundan başka cürümler yapılmış olduğunu bildirerek açıktan açığa Ethem’in hareketleri aleyhinde bulunuyorum.
Reis: “Bilakis Ethem’in ev yakmasını mazur göstermek istiyorsun. ‘Taşkınlık’ tabiri ise bir şey ifade etmez. İnsan kendi evladına da küçük bir münasebetsizlik üzerine ‘Taşkınlık ediyor.’ der.”
Ben: “Lügat kitaplarına bakarsanız taşkınlık kelimesinin manasında lüzumu kadar şiddet bulunduğunu görürsünüz.”
Son söz: “Hafızamda kaldığına göre yazdığım şu suallerin sayısında ve mefhumlarında yanlış ve noksan varsa tashih ve ikmal ettirilmesi Heyet-i Âliyelerinin rey ve takdirine aittir.
Bu sorguların hiçbirisi, sabık Dâhiliye Nazırı’nın, sabık valinin değil bir kaymakam, bir müdür mazulunun da divanıharbe celbini; tevkifini değil, yazılı olarak sual sorulmasını bile gerektirecek mahiyette değildirler.”
Özellikle Divanıharp Kararnamesi’nin yedinci maddesinde: “Divanı-harpler bulundukları mahallerdeki askerî hükûmet tarafından kendilerine sabit evrakıyla birlikte teslim olunan maznunları muhakeme eder.” diye belirtilmiş olup beyanatınızdan çıkarılan sonuca göre hakkımda cereyan eden muamelenin bu maddeye aykırılığı da aşikârdır. Sağlık bilgisi kaidelerine uygun olmayan ve tiksinecek derecede kokuşmuş ve bulaşıcı hastalıklar hüküm süren bir yerde devam eden hapisliğimden dolayı sıhhatim bozuk olarak tedavi edilmekte bulunduğumdan vahim bir neticeye mahal kalmamak üzere, muhakemenin bir an evvel tamamlanmasıyla kanuna aykırı muamelelere nihayet verilmesini istida ederim.11
Müdafaanamenin sonunda dediğim gibi muhtelif rahatsızlıklarım ve umumi zaafım günden güne artmakta olduğundan muayene ettirilerek bir hastaneye naklimi, Harbiye Nezaretinden rica ettim.
Üç gün sonra iki hekim tarafından muayene edilerek hakikaten muhtelif hastalıklardan muzdarip ve bir an evvel tedaviye muhtaç olduğumu tasdik ettiler. Gümüşsüyü Hastanesi’ne gönderilmeme karar verildiğini gazetelerde yazdıkları hâlde, Divanıharp Reisi bir türlü uygun görmediğinden, Merkez Kumandanı Emin Bey’e bir tezkere yazarak, adı geçen hastaneye naklim tensip olunmuyorsa diğer birine hatta herhâlde bu murdar tevkifhaneye tercih edilir olmasını umduğum umumi hapishane dâhilindeki hastaneye naklimin bir an evvel yapılmasını, feci akıbetin vicdani mesuliyet azabından çekinmelerini rica ettim.
Bu talep Divanıharp Reisi’nin arzusuna uygun düştüğünden iki gün sonra mahkûm olmadan nakledildiğim umumi hapishane kapısından girerken kalbimi, o ana kadar hissetmediğim başka türlü bir hüzün istila etti. Ziyadece terli iken birdenbire soğuk bir havaya maruz kalmış gibi tüylerim ürperdi. Merdiveni terleyerek güçlükle çıkabildim. Bu kadar aksi ve uğursuz tesadüflerin müstesna bir lütfu olmak üzere hastanede boş yatak bulunmadığından veya hastane doktoru, memurları bana acıyarak hapishane memurlarına mahsus dairelerinin geniş, temiz ve Sultanahmet Cami ile baştan başa parka nazır bir odaya yerleştirildim.
Soldan Ayasofya Cami; dâhili ihtişamına rağmen harici çirkinliklerine uyması için kasten öyle yapılmış gibi duran minareleriyle, Eski Saray’ın kuzey cihetindeki bazı teferruatı, beyaz kulesi, bilmem ne münasebetle pembeye boyanmış olan eski kilisesi ve sağ taraftan büyük bir ağaç arkasında kalan Dikilitaş’ın iki metre kadar üst kısmı manzaraya dâhil oluyorlardı. Adliye Dairesi elleriyle yüzünü örtüp parmakları arasından bakan suçlu bir çocuk gibi, Sultanahmet türbesiyle hamamın kubbeleri arasına çekilerek yalnız ve kısmen bir penceresiyle Sultanahmet Cami’ne bakıyor. Kadın hapishanesinin açık lağımlı avlusuna mukabil parkın çimenleri, çiçekleri muntazam nakışlarla dokunup caminin önüne serilmiş büyük bir seccade gibi duruyordu.
İkinci Wilhelm Çeşmesi, bir tarafı küçük bir çınarla kapalı olduğu hâlde bu muhteşem sanat abidelerinin önlerinde, yeşil kubbeciği ile görünüyor. Sultanahmet Cami mesafe farkları nispetinde birbirinden daha küçülerek, daha incelerek yükselen altı minaresi, büyük, küçük, yarım birçok kubbeleriyle tamamen gözlerimin önüne seriliyordu.
Her ne kadar ben daima okumak veya yazmakla meşgul veyahut okuyamayarak, yazamayarak dalgın olduğum için ne bunları ne de yer yer harelenen mavi denizi; ne sabahları açık pembe, akşamları altın renkli bulutlar altında mavileşen, moraran uzak dağları ve eflatuni ince bir buhar tülüne bürünerek, ağaçların titrek dalları, yaprakları arasında zaman zaman peyda ve kaybolan adaları layıkıyla seyredebiliyordum.
Fakat her güzelin, özellikle bizim memlekette, bir değil bin türlü bozarı olduğu gibi bu güzel muhit birçok sebeplerle beni kızdırıyordu:
1- Parkın İkinci Wilhelm Çeşmesi’nden Ziraat Nezaretine
10
İstanbul’da çıkan Le Journal d’Orient gazetesinin 1 Teşrin-i Sani (Kasım) tarih ve 716 numaralı nüshasından: “… Anzavur tarafından kumanda edilen hükûmet çetelerine gelince, intizamın muhafazasına memur Mustafa Kemal Paşa müfrezeleri adetlerinin azlığından dolayı geriye çekilmişlerdir. Bunun üzerine Düzce kasabası Çerkez ve Abazaların ellerine düşmüş ve bunlar üç gün muntazaman kasabayı soymuşlardır. Bu mücahitler Halife ordusuna mensup olduklarını söylüyorlar ve taharri bahanesiyle evlere giriyorlardı. Düzce kadın ve kızları pek şeni tecavüzlere hedef olmuşlardır. Ahalinin ‘Haydut Paşa’ dedikleri Anzavur Paşa muvasalat eder etmez, Düzce ahalisine otuz bin liralık bir vergi tarh ve cebren tahsil edilmiştir.”
11
Sırası gelince tafsil edileceği üzere iffet ve samimiyetiyle meşhur Abdurrahman Paşa merhumun Kastamonu, İzmir ve Edime vilayetlerinde ve İstanbul’da bulunduğum uzun senelerde kendisiyle iki kardeş gibi yaşadığımız alicenap oğlu Damat Arif Hikmet Paşa, düçar olduğum bu beladan ve nihayet idamdan beni kurtarmak için cidden pek dostane çalıştığı gibi müdafaanamenin suretini de bizzat padişaha vermişti.