Название | Zodyak Karşısında |
---|---|
Автор произведения | Percy Greg |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 978-625-6485-51-8 |
Yükseliş esnasında, gemimin kıç tarafının üst kısmındaki bir elektrikli lambadan yayılan ve cilalı metalik duvarlara yansıyan parlak ışığın altında gemiyi tamamen dolaştım. Sonrasında, yolculuğa çıkmadan birkaç saat öncesine kadar hiçbir şey yemediğim için karnım acıktığından, kahvaltı yapmaya karar verdim. Yer çekiminin azalmış olmasından dolayı, bir miktar sorun yaşayacağımı bekliyor ve Dünya’nın üzerindeki bu muazzam yükseklikte kaynama noktasının etkilenmeyeceğinden şüphe duyuyordum; ancak bunun sadece atmosferin basıncına bağlı olduğunu ve baskının yer çekiminin yokluğundan etkilenmediğini fark ettim. Bulunduğum atmosferde, biraz daha yoğun olan kaynama noktası Dünya’ya göre 100° değil, 101° dereceydi. Geminin iç kısmının, ocaktan ve duvarlardan eşit uzaklıkta olan bir noktada alınan sıcaklığı yaklaşık 5 °C idi; hoş olmayan bir soğukluktu; ancak yine de bir palto yardımıyla bu durum hiç de rahatsız edici değildi. Bu sırada pencerelerin dışına koyduğum termometrelerle mekânın soğukluğunu ölçmenin kesinlikle imkânsız olduğunu da fark etmiştim; ama bazı yazarların varsaydığı uç noktadan çok daha az olduğuna inanıyordum. Bununla birlikte, cıvaları dondurmak ve atmosferik veya laboratuvar sıcaklık testi olarak kullanılan diğer tüm maddeleri, daha fazla kasılmaya gerek kalmayacak bir katılığa indirgemek için yeterince soğuktu. Dış termometrelerden birini ispirto ile doldurmuştum, ancak bu daha kontrol etme olanağı bile bulamadan kırılmıştı ve ampulü maalesef karartılmış ve karbonik asit gazı ile doldurulmuş bir başkasında gözle görülür bir vakum etkisi yaratmıştı. Gaz donmuş muydu, yoksa ampulün alt kısmına mı batmıştı, elbette bunu görebilmemin imkânı yoktu. Yemeğimi tamamladığım ve mekiğin içindeki atmosferin durumu açısından ihtiyatlı bir değerlendirmenin bana izin verdiği oranda, bir miktar puro içtiğim sırada, kronometrenin saati 10’u gösteriyordu. Bu zamana kadar ağırlığın neredeyse yok olması şaşırtıcı değildi. Bedenim neredeyse küçük bir kümes hayvanının ağırlığına düşmüştü ve küçük parmağımı mekiğin duvarının üst tarafına sabitlediğim borulardan birinin üzerine taktığım halkalardan birine sokarak, kendimi on beş dakikadan fazla bir süre boyunca hiçbir yorgunluk hissetmeden asılı tutmuş ve ağırlığımı destekleyebilmiştim; aslında bütün bu süre zarfında kesinlikle hiçbir kas yorgunluğu hissetmemiştim. Bu durum sadece tek bir sıkıntıya neden olmuştu. Hiçbir şeyin istikrarı yoktu; böylece en ufak bir itme veya sarsıntı sabit olmayan her şeyi altüst edebilirdi. Ancak bu zamana kadar böyle bir şeyin olabileceğini daha önceden tahmin edebildiğimden, bazı şeylerin sabitlenmemiş olması benim açımdan çok önem arz etmemişti, sadece kahvaltım esnasında kaşığımla yumurta kabındaki yumurtaya hafifçe dokunmam, onun kahve fincanımın içine düşmesine ve fincanın devrilmesine neden olduğundan kendime sinirlenmiştim. İçeceğimin büyük bir kısmını kurtarmayı başarmıştım çünkü ağırlık çok değişmiş olsa da atmosfer basıncı aynıydı; kurşun, hatta ve hatta porselen veya sıvılar, Dünya’nın yakın çevresinde mekiğin içinde tüy kadar yavaş bir şekilde düşüyordu. Yine de kendimi herhangi bir yöne yaslayıp neredeyse her pozisyonda dinlenebilecek hâlde bulabilmek, vücudun ağırlık merkezi için en ufak bir desteğin bile yeterli olması; ayrıca, Yankilerin en sevdiği alt ekstremite pozisyonu olan, topuklarım havada baş üstü vaziyette algılanabilir bir kan tıkanıklığı ya da beyin karışıklığı olmadan birkaç saat boyunca kalmanın mümkün olduğunu tespit etmek benim için yeni bir deneyim olmuştu.
Bütün günümü soyut hesaplamaları yaparak geçirdim, çünkü bu süre zarfında Dünya’ya ait hiçbir şey göremeyeceğimin -karanlık tarafın karşımda olması ve Güneş’in tamamen gizlenmesi ve henüz yeni göksel olayların beklenebileceği alanlara girmekten uzak olmam dolayısıyla- farkındaydım; tabii ki gemimdeki aydınlatma seviyemi kısıtlı tutmaya çalışarak, zaman zaman diskometre ve metal pusulayı kontrol etmiş, sonrasında saat 19.00’a (7 P.M.) kadar güzel bir uyku çekmiştim. Bu sırada Dünya, bir dürbünle bakıldığında görüş açımda sadece Ay kürenin yaklaşık olarak otuz katı büyüklüğünde bir alana sahipti; -ilk başlarda bunu yıldızların olmamasından kaynaklı olarak tanımlamıştım- ancak giderek çöken karanlığın ardından, ufuktan onun gözüme neredeyse dolunay kadar büyük göründüğünü fark etmiştim. Tam bu sırada, bunun bir küre olduğunu tanımlayabilmem için yeni bir yöntem yakalama fırsatı bulmuştum. Aslında, alt pencereden bakarken, Dünya ile ilgili olarak, aramızda hiçbir dış ortamın bulunmadığı ancak ay mesafesinin yaklaşık üçte ikisi uzaklığında bulunan ay yarım küresinin bir yerlisinin ona doğru dönmüş olabileceği konumdaydım. Ve bir tutulma sırasında, Ay bilimcisi Dünya’nın etrafında Güneş ışınlarının kırılmasıyla oluşan bir haleyi -Ay’ı onu görünür kılmak için aydınlatan çoğunlukla yeterince parlak bir hâle olarak- karasal atmosferde nasıl görüyorsa ben de dünyayı tutulmalarda görüldüğü gibi güneşin ışık halesine benzer bir haleyle çevrili gibi görüyordum. Görünüşünü o kadar parlak olmasa da güneş ışınlarının oluşturduğu halelerin aksine, renkli, kızıllığın baskın olduğu, tutulmakta olan bir Ay’ın tam olarak sahip olduğu tuhaf tonuyla açıklayabilirdim. Işığın resmedilmesini sağlayacak bir araç bulunmuş olsaydı bile, bu görselliği tasvir edebilmek en yetenekli sanatçıların dahi yeteneklerinin sorgulanmasına neden olabilirdi, böylesi bir sanatçı bile bu görseli en iyi ihtimalle kusurlu bir biçimde resmedebilirdi. Okuyucularımın, onun güzelliğini, parlaklığını ve harika doğasını zihinlerinde canlandırabilmesi için, Homeros’tan bu yana -ki Homeros bile yetersiz kalırdı- hiçbir şairin sahip olmadığı kadar kelimelere hükmetmesi gerekirdi. Garip olan ve belki de anlaşılabilir hâle getirilebilen şey farklılığıydı ya da daha açık ve daha doğal bir ifade kullanmak gerekiyorsa, doğru olmasa bile, bu dünyevi hâle tonlarının aşırı hareketliliğiydi. Güneş prototipinin dört ana noktasında genel olarak gözlemlenen, şayet bu şekilde isimlendirmek doğru olacaksa, herhangi bir tozlaşma yoktu. Çemberin dış kısmı uzayın karanlığı içerisinde çok hızlı biçimde soluyordu; ancak kesinlikle tanımsız olsa da kenarlar mükemmeldi. Bununla birlikte genel anlamda gökkuşağı renkleriyle boyanmış kızıl zemin üzerinde -belki de en iyi şekilde parlak koyu kırmızı bir arka plan üzerinde görülen gökkuşağı olarak tanımlanabilirdi- çok yoğun bulutsu oluşum yüzünden orada ve burada siyah ya da açık veya koyu gri lekeler vardı. Bunların her birinin kenarları, birbirlerini kesen ve halelerin sürekli olarak hatlarını değiştirdikleri küçük düzensiz gökkuşağı renk haleleriydi; parlak ışığın düzensiz oynamalarına maruz kaldığında opal, sedef ya da benzer renkte saydam maddelerdeki yanıp sönme ya da patlama sürekli renk değişkenliği gösterebiliyordu. Sadece bu durumda renk tonları karşılaştırılamaz biçimde daha parlaklaşıyor, değişim hızlı olmasa bile çok daha çarpıcı hâle geliyordu. Herhangi bir anda yüzeyin herhangi bir noktasının ya da bir kısmının bunu ya da kesin tonu sunduğunu söyleyemem, ancak yine de arka planının kızıllıkla desteklendiği bu gökkuşağının genel karakteri, gayet sabit ve belirgindi.
Pencereden içeriye süzülen ışık fazlasıyla loş ve mekiğimin içini yeterince aydınlatamayacak kadar kuvvetsiz biçimde dağılıyordu, bu enfes manzaranın sunmuş olduğu görsel şöleni bir anlığına olsun kaçırmamak için, içerideki tüm elektrikli lambaları söndürdüm. Birkaç yansımadan sonra, Güneş diskinin görüntüsünü ölçmek için hedeflenen ayna üzerine düşen halenin görünüşü, elbette çok daha az parlaktı ve dış sınırı doğru ölçüm yapabilmem için yetersiz kalmıştı. Işığın, Dünya’nın karanlık diski tarafından sınırlandığı yerdeki iç kenarları, koyu kırmızımsı mordan mutlak siyahlığa çok daha hızlı bir şekilde