Ocak Sönmesin Diye - Lütfü Şehsuvaroğlu Kitabı. Hasan Yılmaz

Читать онлайн.
Название Ocak Sönmesin Diye - Lütfü Şehsuvaroğlu Kitabı
Автор произведения Hasan Yılmaz
Жанр
Серия
Издательство
Год выпуска 0
isbn 978-625-6865-44-0



Скачать книгу

milliyetçiliğin toplumların kimliğinin oluşmasına ve milleti oluşturan değerlerin yaşatılmasına pozitif katkı yapacağını söylüyorsunuz. Çatışmaya değil, rekabet yoluyla gelişmeye yol açacağını savunuyorsunuz. Bu sözlerinizden etnik milliyetçiliği sakıncalı görmediğiniz sonucunu çıkarıyorum. O zaman milletin tarifini bir daha yapmamız gerekmeyecek mi?

      Evet, Yörükçülük yapmak yanlıştır. Yörükçülük, etnik milliyetçiliktir. Onu söylüyorum; o yapacak, Kürt yapmayacak, öyle mi? Niye yapmasın! Bugün Kırgız milliyetçiliği yok mu? Kırgızistan diye bir ülke var ve Kırgızlar milliyetçilik yapmak hakkına sahiptir. Kazakistan diye bir ülke var ve Kazaklar da milliyetçilik yapmak hakkına sahiptir. Peki bunlar bir üst Türk kimliğinde şuurlansa kötü mü olur? Üstelik bu şuurlanma da devam ediyor. Kötü bir şey değil. Ayrıca bunlar da Müslüman. İslam, ümmet dairesinde şuurlansa kötü mü olur? Arif Nihat’ın “ister ümmet desin ister ulus desin”e geliyoruz. Bunlar birbirine paralel, iç içe halkalardır. Bir taş atarsın göle, iç içe halkalar oluşur ya, onun gibi birbiriyle çelişmez, birbiriyle çatışmaz iç içe halkalar hâline getirebiliriz. Ben onu söylüyorum. Batı bize çelişiyormuş gibi gösteriyor. Diyarbakır’daki arkadaşlara, “Belki bir Kürt milliyetçiliği bu ülkeyi alır, kanatlandırır ve Türkler zayıflayınca onların yerine geçebilirsiniz. O zaman buranın tamamına Kürdistan diyebiliriz. Batı zaten buraya ‘Turkiya’ dedi, biz demedik. Netice itibarıyla buraya Kürdistan denmiş ne beis. Bu adanmışlığa sahip misiniz? Yani siz Yunus Emre misiniz? Siz Mevlâna mısınız? Siz Hacı Bektaş mısınız? Siz Hoca Ahmet Yesevi misiniz? Siz Kaşgarlı Mahmut çıkardınız mı? Sizin Mimar Sinan’ınız var mı?” dedim.

      Eğer bunları ihya edebiliyorsanız buraya Kürdistan demenin sorun teşkil etmeyeceğini söylüyorsunuz.

      Kardeşinin adı Bozkurt olan ve emperyalizme karşı mücadelede en ön safta mücadele eden bir Kürt’ün ayağının tozu değilsem en şerefsiz insanım. Ben Selahattin’in ordusunda değilsem Türk olsam da en şerefsiz insanım. Emperyalizme karşı koymadıktan sonra benim Türklüğümün bir anlamı var mı? İçinizden bugün Amerikan emperyalizmini kovacak bir yiğit çıkartabiliyor musunuz? Bu yiğidin arkasında durmayan şerefsizdir. Selahattin Eyyubi’nin ordusunda nefer olmak en büyük şereftir.

      Bu konuya ilişkin ikinci örneğim: Bir Adıyaman şeyhi vardı Kahta’da; Muhammed Raşit Erol, bırakın Türkleri, tırnak içinde söyleyeyim, Türklerin en azılıları, Ülkücüler bunun müridi idi.

      Hâlen de müritliğini yapan bir sürü ülkücü var diye biliyorum.

      Evet. Peki Adıyaman şeyhinin Yunus Emre gibi, Mevlâna gibi bir kitabı var mı? “Sohbetler” diye bir kitabını dağıtmıştık biliyorum. “Nizam-ı Âlem” dergisinde de sohbetlerinden bazı bölümler aktardım. Yani bir Yunus, bir Mısrî, bir Mevlâna, bir Hacı Bektaş değildi. Peki bu Adıyaman şeyhinin neyi vardı? Siması güzeldi. Müritleri fotoğrafına bakarak rabıta yaparlardı. Bir simasıyla bir Kürt, bütün Türklerin gönlünü kazandı. Öyle mi? Demek ki içinizden bir Yunus çıksa, bir Mevlâna çıksa, bir Hacı Bektaş Veli çıksa, bir Hoca Ahmet Yesevi çıkarsanız, bütün bu Türkler yani Türkmenler, Kırgızlar, Kazaklar, Yörükler, Azeriler, Erzurumlular, hatta ulusalcılar size ram olmaz mı? Böyle yaparsanız buraya da Kürdiya demenin de hiçbir sakıncası yoktur.

      Aynı şekilde Niyazi Mısrî gibi, Fuzuli gibi, Yunus Emre gibi büyük tasavvufi dirilişi meydana getirmiş bir Kürt’e kim ram olmaz.

      Ben gelmedim dâvi için,

      Benim işim sevi için,

      Gönüller dost evi için,

      Gönüller yapmaya geldim

      derse bir alperen, o zaman bütün kalbimizle buralar sizindir. Anasır-ı asli olarak bu millet bugüne kadar milliyetçilik yapmamıştır. O yüzden bekliyor devleti ne yapacak diye. Bugün devlet, o büyük oluşa karşı gelen bölücü unsurlarla uzlaşmış, anlaşmış gözüküyor. Şimdi eğer siz öldürmeye devam ederseniz içinizden Yunus, Mevlâna gibi 13. asırdaki dirilişçiler gibi dirilişçi çıkarmaz da tıpkı Adıyaman şeyhini örnek alıp ilmî olarak, felsefi olarak, tasavvufi olarak, dil olarak (Bunu Kürtçe de yapabilirsiniz.) buna bir şeyler katıp anlatırsanız, bu topraklar sizi anlar. Anadolu süttür, süt bozuk değilse mayayı çalabiliyorsan tutar. Şu anda bu potansiyel yok. Bu potansiyel olmadığı için öldürerek bir yere varılamaz. Anadolu şimdi seyrediyor. Siz öldürmeye devam ederseniz ve anasır-ı asli devlette bir zaaf görürse bu Kürtlerin felaketi olur. Kısaca PKK’ya sempati ile bakan o Kürt aydınlara böyle dedim. Selahattin Eyyubi’yi, Molla Gürani’yi anlattım. Adıyaman şeyhini örnek verdim. Sevgi dilini, gönül dilini ve bin yıl önceki modeli anlattım. Bugünkü aşkınlık Kürtlerin emperyalizme hizmet edip bu topraklara ihanetiyle mi sonuçlanacak? Yoksa bin yıl önceki Türkmen modeli gibi gönül seferberliğine mi ulaştıracak? Kalkıp bana sarıldılar. O zaman Efkan dedi ki: “Abi senin gibi iki üç kişi olsa bu Kürt sorunu biter.”

      Uzun zamandır öldürüyorlar ve herhangi bir felaket ile karşılaşmadılar. Öldürdükçe kazanıyorlar. Dünyevi anlamda buna sınırlar diyorsak sınırlarını çiziyorlar. Onların kendi tanımlarıyla kimlik diyorlarsa kimliklerini kazandılar.

      Geçen asırda İngilizlerin cetvelle çizdikleri sınırlarda farklı farklı Arap devletçikleri meydana getirildi. Bütün İslam âleminde Suriye kuruldu, Mısır kuruldu, Irak kuruldu.

      Şu anda da yeni bir oluşun içerisindeler.

      Ne oldu? Onlarda felaket bitti mi?

      Tarih böyle akıp gitmiyor mu? Nihayetsiz bir süreç değil ki bu.

      Niye bu bölünüklük? Niye bu zillet? Batı’nın bize ördüğü ağı parçalayıp kendimize has kimliğimizi, o mayanın bize vazettiği adanmışlığı, niye bir İslam medeniyetinin yeniden dirilişi hâline getirmiyoruz?

      Bu bir savunma dili mi acaba! Biz birçok sorunun nedenini sorgularken hep Batı’ya atıf yapıyoruz. İç sorunlarda, dış sorunlarda, bölücülükte, yıkıcılıkta ya da kavramlarda filan… İslam tarihine şöyle bir baktığımızda İslam coğrafyası kan ve gözyaşı coğrafyası aynı zamanda.

      Her zaman mı böyleydi? Medeniyet kurmamış mıyız? Pax Ottomanica getirdiğimizde haçlı seferlerinden sonra Selçuklu’nun bir nebze başarabildiği (Anadolu beylikleri de diyebiliriz buna.)… Ama en büyük projesi Osmanlı’da gerçekleşti. Osmanlı barışını meydana getirdiğimizde Batı’da insanlar açlıkla mücadele edemiyorlardı. İrlanda’da insanlar sokaklardaki kedileri yiyorlardı. Veba almış başını gitmişti ve vebanın sorumlusu olarak Yahudi’yi görüyordu. Nerede Yahudi varsa öldürüyorlardı. Sanayi Devrimi’yle, burjuva devrimiyle bir noktaya geldiler ve sömürgecilik olgusuyla Avrupa’da bir refah toplumu meydana getirdiler. Bu daha yeni. Ondan önce bölünük Avrupa, zilletlerin her türlüsünü yaşıyordu. İnsanlık dışı her türlü olay burada cereyan ediyordu. Orta Çağ denen karanlık onlar için karanlıktı. Orta Çağ’da Doğu’da büyük bir aydınlanma vardı. Bizim bunu anlamamız lazım. Yani şunu dersen: “Her belanın arkasında bir Batı kurgusu aramak doğru mu?” Böyle bir hastalığımız var. Doğru.

      Biraz reflektif bir tutum, tarif edilmiş bir tanım gibi çözümlemelerimiz. Yahudilere atıf yapılır, masonlara atıf yapılır, Batılılara atıf yapılır, kökü dışarıda diye içeriden kaynaklı sorunlar görmezden gelinir.

      Orta Doğu’da olan hadiselerin birçoğunda suçlu kendimiziz. Yani kendi kültürümüzün, medeniyet değerlerimizin farkında değiliz. Yeniden diriliş içinde oraya dönemiyoruz. Ondan sonra başımızı belaya soktular diyoruz. Mısır’daki İhvan hareketi gibi. Senelerdir seçime girmemiş, seçimi doğru bulmayan, demokrasi karşıtı bir örgüt kuruyorsun,