Название | Gora |
---|---|
Автор произведения | Rabindranath Tagore |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 978-605-121-650-8 |
Pareş Babu’nun içi rahatlamıştı. İki sevgilinin arasında hiç kimseye söylemedikleri bir tartışma geçtiği için dargın olduklarını ama artık barıştıklarını düşünerek gülümsedi.
Haran gitmeden önce Suçarita’yı resmen Pareş Babu’dan istedi ve düğünün daha fazla ertelenmesini istemediğini sözlerine ekledi.
Şaşkınlığını gizleyemeyen Pareş Babu: “Siz on sekiz yaşından küçük bir kızla evlenmenin doğru olmadığını söylerdiniz.” dedi. “Bu fikri yazılarınızda bile savundunuz.”
“Bu Suçarita için geçerli değil.” dedi Haran. “çünkü o yaşına göre çok olgun bir kız.”
“Bu doğru olabilir.” dedi Pareş Babu, yumuşak sesinin altında bir sertlik vardı. “Özel bir nedeniniz yoksa, geleneklere göre davranmanız ve onun evlilik yaşına gelmesini beklemeniz gerekir.”
Zayıf noktasından yakalandığı için utanan Haran, telaşla açığını kapatmaya çalıştı: “Elbette, zaten bana bu yakışır. Ben yalnızca dostlarımızın ve Tanrı’nın huzurunda erken bir nişan töreni yapmak istiyorum.”
“Tamam, bu çok iyi bir fikir.” diye onu onayladı Pareş Babu.
17
İki üç saatlik bir uykudan sonra uyanan Gora, yanında uyuyan Binoy’u görünce kalbi mutlulukla doldu. Düşünde çok değerli bir şeyini kaybettiğini gören ve uyandığında bunun yalnızca bir düş olduğunu anlayıp rahatlayan birinin hafifliğini hissetti. Şimdi Binoy’un değerini daha iyi anlıyordu, arkadaşını kaybetseydi yaşamı anlamını yitirecekti. O kadar mutluydu ki, Binoy’un uyanmasını bekleyemedi, onu sarsarak uyandırdı ve bağırarak: “Kalk artık, yapacak işlerimiz var!” dedi.
Gora’nın her sabah yapmakla yükümlü olduğu bir görevi vardı: Çevredeki yoksulları ziyarete gitmek. Amacı onlara öğüt vermek ya da yardım etmek değildi, bunu yalnızca onların yanında olduğunu göstermek için yapardı. O insanlara kendini çevresindeki aydınlardan çok daha yakın hissederdi. Ona “amca” derler ve zenginlerin kullandığı kaliteli tütünden hazırladıkları nargile ikram ederlerdi. Sırf onlara daha yakın olmak için tütün kullanmaya başlamıştı.
Bir marangozun oğlu olan Nanda, Gora’nın en büyük hayranıydı. Yirmi iki yaşındaydı ve ahşap kutu yapan babasının atölyesinde çalışıyordu. Atletik bir delikanlıydı, yerel kriket takımının en iyi oyuncusu oydu. Gora, marangozlarla nalburların oğullarıyla nispeten daha varlıklı ailelerin çocuklarına eşit hakların tanındığı bir spor ve kriket kulübü kurmuştu. Nanda, bu karma grubun içinde her alanda kendini gösteriyordu. Zengin ailelerin çocukları onu kıskanırlardı ama Gora’nın sıkı disiplininin karşısında onun kaptanlığını kabul etmekten başka şansları yoktu.
Nanda keskiyle ayağını yaraladığı için birkaç gündür kriket antrenmanlarına gelemiyordu ve aklı sürekli Binoy’da olan Gora onu arayıp soramamıştı. O gün delikanlının nasıl olduğunu görmek için marangozların mahallesine gitmeye karar verdiler.
Nanda’nın evinin kapısına geldiklerinde içeride bir kadının ağladığını duydular. Evde ne babası vardı, ne de aileden başka bir erkek. Gora, komşu ayakkabıcıdan Nanda’nın o sabah öldüğünü ve cesedinin, ölülerin yakıldığı meydana götürüldüğünü öğrendi.
Nanda ölmüştü! O sağlıklı, güçlü, yaşam dolu, iyi kalpli oğlan bu genç yaşta ölüp gitmişti! Gora olduğu yerde donup kaldı. Nanda sıradan bir marangozun oğluydu; bu çevrede çok az insan onun yokluğunu hissedecekti, büyük bir olasılıkla bu da fazla uzun sürmeyecekti. Ama Gora, Nanda’nın ölümünün büyük bir haksızlık olduğunu düşünüyordu. Onun olağanüstü canlılığını görmüştü, böyle bir yaşama sevinci kaç canlıda vardı?
Ölüm nedenini sorduklarında tetanos olduğunu öğrendiler. Babası bir doktor çağırmak istemişti ama annesi oğlunu cin çarptığına inandığı için bir hoca çağırmıştı. Bütün geceyi onun yanında geçiren adam, dualar ederek ve vücudunu kızgın tellerle dağlayarak ona işkence yapmıştı. Nanda yatağa düştüğünde Gora’yı çağırmalarını istemişti ama onun bir doktor getirmesinden korkan annesi buna yanaşmamıştı.
Binoy dönüş yolunda: “Bu ne kadar büyük bir aptallık, ne kadar büyük bir ceza.” diye homurdandı.
“Buna aptallık diyerek kendini bu işin dışında tutmaya çalışma Binoy.” dedi Gora kuru bir sesle. “Eğer bu aptallığın ve cezanın gerçek boyutlarının nereye vardığını bilseydin, onun için üzüldüğünü söyleyerek konuyu kapatmazdın!”
Gora’nın öfkesi kabardıkça adımları hızlandı, Binoy hiçbir şey söylemeden ona ayak uydurmaya çalışıyordu.
Kısa bir sessizlikten sonra Gora konuşmayı sürdürdü: “Binoy, ben bu işin peşini bırakmayacağım. O şarlatanın Nanda’ya yaptıkları beni kahrediyor, onun gibi insanlar bütün ülkeyi kahrediyorlar. Onun başına gelenlerden sonra hiçbir şey olmamış gibi davranamam.”
Binoy’un suskunluğuna dayanamayan Gora kükredi: “Binoy, senin ne düşündüğünü çok iyi biliyorum! Hiçbir çıkar yolun olmadığını, olsa bile o noktaya varana kadar uzun bir yol katetmemiz gerektiğini düşünüyorsun. Ama ben seninle aynı görüşte değilim. Böyle düşünseydim, beni yaşama bağlayan hiçbir şey kalmazdı. Sorun ne kadar ciddi olursa olsun, ülkeme zarar veren her şeye bir çözüm bulabilirim, her şeyin çözümü benim elimde. Çünkü ben inançlıyım ve inançlı olduğum için bizi saran acıya, sıkıntıya ve aşağılanmaya katlanabiliyorum.”
“Ben böylesine yaygın ve korkunç bir sefaletin karşısında inancımı koruyacak kadar cesur değilim.” dedi Binoy.
“Ben kendimi hiçbir zaman bu sefaletin sonsuza kadar süreceğine inandırmayacağım.” diye karşılık verdi Gora. “Dünyadaki bütün iç ve dış güçler bize saldırıyor. Binoy, sana tekrar tekrar söylüyorum, hiçbir zaman ülkemizin bağımsızlığa kavuşmasının olanaksız olduğunu düşünmemelisin. Özgürlüğü kalbimizde hissederek hazır beklememiz gerekir. Sen, zamanı geldiğinde Hindistan’ın özgürlük savaşının başlayacağına kendini inandırmak istiyorsun. Oysa savaş çoktan başladı ve her an bir ilerleme kaydediliyor. Böyle bir dönemde ülkenin sorunlarına kayıtsız kalmaktan daha korkakça bir şey olamaz.”
“Dinle beni Gora.” dedi Binoy. “Seninle ben ve benim gibiler arasında bir fark var. Günlük yaşamımızda karşılaştığımız olaylar, çok uzun süredir yaşadığımız alışılagelmiş şeyler bile, seni her defasında yeni bir şeyle karşılaşıyormuşsun gibi etkiliyor. Ama biz bunları soluduğumuz hava kadar doğal karşılıyoruz. Bize ne umut veriyorlar, ne umutsuzluk, ne mutluluk, ne de keder. Günler öylesine geçip gidiyor ve kendimizin ya da ülkemizin üzerine çöken kara bulutları göremiyoruz.”
Gora’nın suratı birdenbire kıpkırmızı oldu, alnındaki damarlar şişti ve yumruklarını sıkarak iki atlı bir arabanın arkasından koşmaya başladı. Sokaktaki bütün insanları yerinden sıçratan bir sesle bağırdı: “Dur! Dur!” Sokağın köşesini dönmek üzere olan şık giyimli, iri yarı Bengalli sürücü arkasına baktıktan sonra atların böğrünü kamçıladı ve gözden kayboldu.
Olay şöyle olmuştu: Yaşlı bir Müslüman aşçı karşıdan karşıya geçiyordu. Adamın başının üzerinde taşıdığı sepette, Avrupalı efendisine götürdüğü yiyecekler