İslam Tarihi. Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi

Читать онлайн.
Название İslam Tarihi
Автор произведения Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi
Жанр
Серия
Издательство
Год выпуска 0
isbn 978-625-6865-04-4



Скачать книгу

e>

      Bizim toplum yapımızın, insan topluluklarını düzenleyen ve yöneten kanunların etkilerinin dışında kalamayacağını yeri geldikçe söylüyoruz. Düşünceler ve davranışlar gibi gelişme ve değişme kanununun hükmü ve tesiri altındadır. Hiçbir hâl ve fikir bu kanunun kudretine karşı direnecek güce sahip değildir. Medeni toplumlar ile henüz çocukluk çağını yaşayan; yani geri kalmış toplumlar arasında, yaşayış, giyiniş, sanat, ustalık vesaire gibi konularda ne kadar fark varsa kâinat ve onun kapsadığı şeyleri, akılla kavranan şeyleri ve beş duyu ile hissedilen şeyleri anlayış şekilleri arasında da o kadar fark vardır.

      Bununla beraber bu farklar hep şekillere ve görünüşlere bağlı olup bu kadar değişken ve dirençsiz hâller içinde değişmeyen, aynı kalan esaslar da vardır. Mesela giyinme tarzı sayısız şekillere girdiği ve şimdi de sayısız şekillerde yapıldığı hâlde “giyim fikri” aynı kalmıştır.

      Demek ki mesele, sabit kalan esas ile gelişmeye tabi olan görünüşleri birbirinden ayırmaktır. Yazık ki pek basit sanılan bu durum, aksine pek zordur.

      Tarihî gerçeklerdendir ki insan türü, göreneğinin esiri, yeniliğin düşmanı ve esasen muhafazakârdır. Tekâmül [gelişme] kanununa tabi olacak, hatta zekâ ve vicdanı ile bu kanunun tesirini kolaylaştıracak yerde, aksine bütün idrak gücüyle direnir ve karşı çıkar bir hâl sergilemiştir. Öyle bir hâlde ki insan topluluklarının şekillerinde gelişme, ya hissedilemeyecek kadar yavaş ve ağır gerçekleşmiş yahut da ihtilal ve inkılap şekilleriyle ortaya çıkmıştır. Yavaş gelişmeler bazen gelişmenin yokluğuna, yani hiç gelişme olmaması derecesine yaklaşır ve çok kere de büsbütün ortadan kaybolarak yerine yine bir çeşit gelişme1 demek olan “gelişmenin aksi” yani gerileme kaim olur.

      Gelişme kanununa karşı koymanın öyle bir derecesi vardır ki karşı koyanların korunmasını arzu ettikleri esasların bile kaybedilmesine, yani o esasların bulundukları hâlden başka bir hâle değişip dönüşmesine sebep olur.

      Bütün bu söylenenlerden amacımız, uzun ve yerel bir gelişmeye ulaşmış olan Avrupalılarla ilgi kurup ve yakınlık hâlinde bulunmaya, onlarla birbirimize karışıp görüşmeye mecbur olduğumuz günden beri, bizim de gelişmeye devam ederek onların seviyesine yetişmek mecburiyetinde kaldığımızı, eğer bu zorunluluğu kabul etmezsek hayatta ve ayakta kalamayacağımızı belirtmektir. Fakat biz Doğulular için sadece bu kadarını kabul etmek yeterli değildir. Gelişmeyi sonuçlandıran sebeplerin tesirleri her yerde aynı olamaz. Avrupalıların “gelişme fikri”ni tamamen kabul etmeliyiz fakat gelişme şekillerini aynen kabul etmek, bizim için faydalı olmaktan çok zararlıdır. Çünkü onların gelişme şekilleri, ırkları, irsî yetenekleri, çevreleri, maneviyatları ile uyumludur. Onlarla bizim toplumsal yapılarımız arasında önemli farklar olduğundan Avrupa medeniyetini körü körüne taklit etmek bizim için bir ilerleme sayılamayacağı gibi; çığırından çıkmış bir millet şeklinde, insanlık meydanına taklit mal değeriyle, çıkmamıza sebep olur. Bu şekilde de hayatta ve ayakta kalamayız.

      Şimdi işi, genel bilgilerden asıl konumuza getirelim. Hakikati itiraf edersek kabul ederiz ki; bizde en geri kalan ilim dalları, ilahiyat ve dinî felsefedir.2 Şimdi bile âlimler sınıfının ilim öğrenme şekli, öğrendikleri ilimlerin toplanma ve düzenlenme şekli, hele asıl ilim köklerinin dallanıp budaklanmasından meydana gelen ayrıntılı ilimler, Orta Çağ’daki şekillerinden farklı değildir. Eğer milletin bütün fertleri, Orta Çağ halkı seviyesinde kalmaya mahkûm yahut hâlâ hepsi bu seviyede olsaydı, hiçbir kötülük hatıra gelemezdi.

      Fakat milletin düşünen, gelişmiş ve olgunlaşmış fertleri günden güne çoğalıyor. Ve zorunlu olarak çoğalacaktır. Bilgi ışığı ile aydınlanmış bu kişilerin, milletin üzerinde bir etki yaptığı ve yapacağı da kesindir. Bu sebeplerle dinî ilimlerle uğraşan kişiler ile bu aydınlanmış kişilerin milletle arasında her geçen gün biraz daha yabancılaşma yaşanıyor. Eğer bu âlimler, bu davranışlarında ısrarcı olursa iki ihtimal var:

      1) Ya millet Orta Çağ seviyesinde cahil bir avam tabakası ile aşırı ve dinsiz olan fenciler gibi eğitim görmüş bir üst tabakası olarak iki gruba ayrılır ve âlimler yalnızca birinci grubun kabul ettiği ve yolundan gittiği insanlar olarak kalır;

      2) Ya da milletin bütün fertleri birleşerek bu zamana uyum sağlamayan günümüz din âlimlerini ortadan kaldırarak kendi vicdani duygularına ve toplumun görüşlerine rehber olacak yeni bir sınıf meydana getirir.

      Her iki ihtimalin de tehlikeleri vardır. Tarihin ve olayların gidişinin bize verdiği tecrübe, durumu bu gibi anlaşmazlıklardan ve ayrılıklardan sakınıp korunmayı gerektiriyor. Ne çare ki içinde bulunduğumuz zamanın gereklerini anlamayan muhafazakâr zümreye bir hakikati ya bir felaket veya zorlama anlatır. Bunun gibi ifrat sahiplerine de hakikatin anlatılması, aynı derecede müşküldür. Demek ki biz her ne yapsak, vicdani duygular ve sosyal görüşler konusunda Avrupalıların geçirdiği devirleri zorunlu olarak geçireceğiz. Şu kadar ki onlarla bizim gelişme şartlarımız ve her iki din eşit olmadığından bu devreler, çevrelerinin gerektirdiği şeylerle orantılı yani uyumlu olabilir. İşte dinini ve milletini seven düşünürlerin bütün gayretleri bu konuya çevrilmiş olmalıdır. Avrupalıların bağlı olduğu din, pek çok sırları ve hurafeleri toplayıcı ve daha doğrusu isimden ibaret bir bağlılıktan başka tarihî bir esasa dayanmamış olduğundan:

      Dinsizlik namına ortaya atılan hakikatler ile din namına ileri sürülen yalanlar arasında şaşkın kalan halk, bir müddet tereddütten sonra yalanları kabulden ve hakikatleri redden acz göstererek küfrü yalana tercih etmiş ve çoğunluk dinsiz yahut Hristiyanlık dinine nispet edilemeyecek şekilde dindar olmuştur.

      Fakat en fazla övülmeye layık olan Ahmed’in dini [İslam], hurafe ve efsanelerden, aklın reddedeceği ve tiksineceği gerçek dışı hikâyelerle asılsız durumlardan uzak ve insan vicdanını doyurmaya gücü yeten tabii bir dindir. Bunun içindir ki bizdeki gelişme:

      Dinde olmadığı hâlde din namına ileri sürülen çürük fikirler ile dinde olduğu hâlde terk edilmiş ve gizli kalmış hakikatler arasında şaşakalmak suretinde ortaya çıkacak ve çıkmalıdır.

      Bu makbul ve gerekli olan gelişmede başarılı olamazsak, Hristiyanlığın olduğu gibi, İslam’ın da – hem de haksız ve sebepsiz yere-yalnız cahillerin ve acizlerin vicdanını aydınlatmaya özgü bir meşale olarak kalacağı, aydınlanmış kişilerin ve zenginlerin çoğunun dinsiz bulunacağı muhakkaktır. Esasen Avrupa için bir felaket olan dinsizlik, Doğu için en korkunç bir afet olur.

      Bunun için vatanın ve milletin selametini düşünenlerin, gecikmeksizin çalışmaları lazım gelen işlerin en önemlisi budur. Bizden daha güçlülerin henüz bu zeminde rehberlik adımını atıcı olmamaları üzerine işte biz, aczimizi millet sevgisine ve hakikat aşkına mağlup ederek ilk adımı atıyoruz.

      Açıklamaya gerek yoktur ki Doğu’da en fazla ihmal edilmiş olan ilimlerden biri tarihtir, denilemez. Aksine bizde tarih, her milletten fazla yazılmıştır. Fakat bunların çoğunda tahlil ve eleştiriden eser olmayıp dinlenip işitilen şeyler üzerine olayların kaydedilmesinden, bu kitaplara birbirinin aynı dedirtecek kadar benzer manada tekrarlardan ve hatta kısmen İsrailiyyat [İsrailoğulları’nın kitaplarından alınıp aktarılan hurafemsi hikâyeler ve menkıbeler] ve hurafelerden ibarettir. Şahsi görüşler üzerine dayanarak yazılan şeylere bile hayaller ve yalanlar karıştırılmıştır. Gerçi “Siyer-i Nebi ve Menakıb-ı Ashab” gibi korunmuş eserler; Biruni, İbni Haldun ve benzeri araştırmacı bilim adamları yok değil. Ne yazık ki bunlar ufak müstesnalar olup ufak oldukları için tesirleri de sınırlı kalmıştır.

      Fakat bizde iyi tarih yazılmamış olması tabii bir hâldir. Tarih felsefesi, eleştirisi ve analizi tarih yazma yöntemi henüz pek yenidir. İbni Batuta niçin Nachtigall (Nahtegal) gibi bir seyahatname yazmadı demek, Harun er-Reşid devrinde niçin tren yapılmadı demek kadar abes ve manasızdır. İslamın ilk tarihçilerini benzerleriyle karşılaştırırsak görürüz ki; onlar, zamanlarının ilim seviyesi derecesinde yazmak mecburiyetinde kalmakla beraber her olayı kaydetmek suretiyle kıymetli bir araştırma ve inceleme hazinesi meydana getirmişlerdir. Biz, şimdiye kadar millî hazinelerimizin varlığından bile habersiz kalacak derecede cehalet ve gaflet içinde vakit geçirdiğimizden Avrupa âlimleri, bizim inceleme ve araştırmasında acizlik gösterdiğimiz İslam’ı



<p>1</p>

Tekâmül, mutlak surette ilerleme manasını ifade edici değildir. Gerçi çok kere gelişme, ilerleme ile aynı manada bulunursa da bazen bunun aksi [yani geriye doğru ilerleme] vaki olur.

<p>2</p>

Burada merhum müellifin din felsefesinden kastettiği şeyin dinî araştırma ve tefekkür olduğu açıktır. Felsefe kelimesiyle klasik ve genel manada felsefeyi kastetmediği de ona “dinî” kaydını eklemesinden açıkça anlaşılır. “Dinde felsefe olmaz!” diyenlerin itirazı, eğer dinî tahassüs [dini kalben ve ruhen hissetmek] ve tefekkürü [inceden inceye kendiyle baş başa kalıp düşünerek dini hissetmek, muhasebe] menetmek, dinin emir ve hikmetlerini dar ve katı kalıplara hapsetmek değilse onların da müellifle aynı görüşte birleşmiş olacakları şüphesizdir. Bilindiği gibi felsefe, ilmî esaslara dayanarak ve fakat ilmin sahası dışında kalan ebedî ve nihai gerçekleri bulmaya çalışır. Dinî felsefe – ki gerçek manada tasavvuf demektir – ise dinî ilimlere ve esaslara dayanmakla beraber ebedî ve mutlak gerçeği keşfetmek için bir tefekkür tahassüs azmini ifade eder. Bu da dinin emrettiği ve insanın gelişmesiyle beraber sonsuza kadar ilerlemesini arzu ettiği bir şeydir. Bu azim, durduğu zaman insanda din de gelişme de durmaya ve donmaya mahkûm olur.