Название | Kara Özek |
---|---|
Автор произведения | Nurcan Kuantayulı |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 978-625-6853-05-8 |
“Vatandaş Başkan!” Diye düzeltti subay.
“-Vatandaş Başkan! Ağabey, yalan söylüyor bu kişi! “
“– Siz inceler misiniz?”
Zvyagintsev’in yanına bağırarak koşuyordu ki iki çavuş yetişti hemen. Çırpınmasına aldırmadan onu sürükleyerek götürdüler.
“– Keşke bütün bunlar olmasaydı, dedi nezarethanedeyken. O kadar arsız olabilir mi, şu Zvyagintsev… Ya da… Gerçekten kolunu kıranın ben olduğumu mu sanıyor acaba? Yok, yok! Mümkün değil. Herkesin gözü önünde, gündüz vakti kolunu kıran kişinin yüzünü bana benzetmesi akla mantığa sığmayan bir şey!”
Şaşkınlıkla kendi kendine konuşmaya devam etti:
“– Ya da… Ya da… Polisin beni korkutmak amacıyla iftira attırmak için kiraladığı bir adam olabilir mi? Nasıl yani?”
Hücrede tek başınaydı, sabredemedi. Sinirlenerek beton duvarı tekmeledi. Böylesine korkunç bir iftiraya uğrayacağını yüz yıl düşünse aklına getiremezdi. Düştüğü hale inanamıyordu. Hırsla söylendi kendi kendine:
“– O subay! Söylediklerime hiç inanmadı! Bu adam nasıl bir insan?… Yazılana da söylenene de bakmayan, hatta konuşurken karşısındakini insan yerine koymayan, kibirli, acımasız biri. Böylesi bir rezaletin tam ortasına düşeceğimi kim bilebilirdi ki? Üstelik dersler ne âlemde acaba? Tam dört gün geçti. Okuldakiler için nerede olduğum belli değil. Ha, evet, okul demişken o gün yatakhaneden beraber çıkıp benimle meydana giden gençler vardı ya. Onlar bu durumu nasıl izah edecekler? Polisin kendilerini tekme tokat arabaya attıklarını mı anlatacaklar? Yok ya, onlardan öyle bir lâf çıkmaz. Belki onlar da tutuklanmıştır.”
Aklına gelen düşünce ile durdu birden. Şaşkınlıkla konuştu tekrar:
“– Belki de bir yerlerde benim gibi nezarettedirler. Hayır, götürselerdi, beni attıkları yük arabasıyla götürürlerdi. Görünüşe göre yakalanmadan kurtulmuş olabilirler. Bu ihtimal olabilir mi acaba? Demek bir tek zavallı ben tutuklandım, öyle mi? Nasıl tutuklandım, ilginç. Kendi yolunda gitmek varken, ne diye kızı kurtarmaya kalkarsın ki? Bu aptallığım benim sonum olacak galiba. Yeter artık! Tüketti beni bu geri zekâlılığım! Gerçekten tüketti! Allah korusun! Of! Bu belâdan nasıl kurtulurum ben?”
Duvarın köşesine kederle çöküp sözlerine devam etti:
“– Burada hukuktan, haktan anlayan ne bir akrabam var ne de arayan, soran. Sınıf arkadaşlarımın elinden gelir mi ki şu köpeklerle konuşmak? Hey Allah’ım! Ne vardı o lanet meydanda? İlla gideceğim diye tutturdum. Ölürlerse ölsünler. Dövüp mü öldüreceksiniz, yararak mı, keserek mi, benim için fark etmez deyip kaçmak lâzımdı. Geberirlerse gebersinler, bana ne! Ne yaparlarsa yapsınlar! Birbirlerini döverek mi, keserek mi öldürecekler, öldürsünler! Tabana kuvvet kaçmalıydım. Şimdi halime bak. Kaymak yiyen kurtulur, dibini yalayan tutulur diye boşuna dememişler. Yala dibini beyinsiz, ahmak! Allah’ım! Anam duyarsa ne olacak? “Hayatta inandığım sendin, yavrum. Nasıl düştün bu hale? Kaç kere söyledim sana? Kimseye bulaşma, yalnız yürü, demedim mi,” diyecek. “Şimdi ne yapacağız?” diye üzülürse canım çıkacak! Çok zor kazandığım okuldan atarlarsa halim ne olacak? Allah’ım! Böylesi de olurmuş hayatta. On sekizimde hapsi boylarsam, kalan ömrüm ne olacak? Cehennemin dibi bu karanlık! Of Allah’ım!”
Haknazar’ın kendi kendini tüketip bitirmesi ve başı sonu olmayan, sınırsız kaygısı şakaklarını sıkarak başını ağrıtmaya başladı. O küçücük nezarethane odasının içinde dudaklarını ısırarak, elini eliyle yumruklayarak, bir o tarafa, bir bu tarafa, hiç durmadan gitti geldi, gitti geldi.
Ertesi gün o subay dedi ki:
“– Evet, Şıgayev, seninle tartışacak veya iddialaşacak hiç zamanım yok. Zaten tüm kıymetli vakitlerim senin şu işlerinle heba olmakta.”
Soruşturma süreci tamamlanmış görünüyordu. Hiddetle konuştu:
“– Sen, dünkü gibi bölük pörçük sözlerle karşı çıkmayı bırak! Neden yaptığını üzerine almıyor diye başkan bile sana sinirleniyor. O yüzden işi uzatmadan ellerine yaptığını…”
Sözüne ara verdi, içtiği sigarasını küllükte ezdi, son dumanı tüterken üzerine tükürüp söndürdü. Konuşmasına devam etti:
“– Ellerinde yaptığını şu kalın boynunla kaldır artık. Seni kendi yerime koyup söylemekteyim. Bizim bölümde suç arama grubu var. Eğer sivil polisi dövdüğünü itiraf etmezsen “adam öldürdü” der, üzerine cinayet suçunu atarız.”
Derin bir nefes alıp konuşmasına devam etti:
“– İşte bundan hiçbir şekilde kurtulamazsın. Subay olarak yemin ediyorum. Bu suçun önemli bir şey değil. En çok üç sene hapis yatar çıkarsın veya sadece bir sene yersin. Bana güven. Bana kolay mı geliyor sanıyorsun bunlar? Şu olayların tamamı?”
Ardından parmağı ile yukarıyı gösterdi:
“– Sizlerle uğraşan biz değil, onlar.”
“Onlar”ın anlamı hükumettekilerdi.
“– Düşünsene, çocuk değilsin artık, dedi sonra. Hükumete karşı çıkarsan hangi hükumet affedecek ki seni? Kimse affetmez. Sizler tarihteki Dekabristler gibi oldunuz. Ha ha ha! Sizler yerel Hükumete sokaklara dökülüp şiddet uygulayarak karşı çıktınız. Sovyet Hükumetini yok etmek istiyorsunuz. Bizi, yani, başka ulusları kovmak istiyorsunuz. Öyle değil mi? Hiç boş yere başını sallama. Hepinizin fikriniz bu! Elinizden gelse kafamızı kesmeye hazırsınız. Neyse, neticede meydana çıkıp miting düzenlemeniz, eylemleriniz, Hükumete karşı yaptığı konuşmalarınız siyasete giriyor. Bu suçlarla ilgili açılan davalar kolay kolay kapatılmaz. Bunu hatırında tut! O yüzden sen bu suçla kurtulduğuna sevin.”
Burnunu kaşıyıp konuşmasını sürdürdü:
“– Tutanakları imzalayıp karşı çıkmazsan yasal olarak kolaylık sağlarız. Hapiste sadece bir sene yatarsın. Belki de şartlı tahliye olur, mahkeme salonunda özgürlüğüne kavuşursun. Durum bundan ibaret. Artık okulu da farklı konuşuruz seninle. Okuluna mı devam edersin, başka yere mi, kendin bilirsin. Hayat senin hayatın. Aksi halde seninle çok farklı konuşmak zorunda kalacağız.”
O mavi gözlü subay bıyıklarını ısırarak pek çok öneride bulundu. Soruşturma sırasında ilk kez bu kadar samimi konuşmuştu.
Haknazar konuşmanın kimi sözlerini duydu, kimi sözlerini de duyamadı. Çünkü aklı başka yerdeydi. Hem kendisine bağırılıp hakaret edilmiş hem de çok kötü bir şekilde dayaklar yemişti. Yarım yamalak uykuyla, azıcık yemekle geçirdiği beş-altı günden sonra bayağı sersemlemişti.
Subay iki genci içeri getirdi. Duvara dayalı bankı gösterip konuştu:
“– Oturun, gençler!”
Ardından da Haknazar’ı oturttu. Hemen bir açıklama yaptı:
“– Şimdi şahitler gelip üçünüzün içerisinden suçluyu bulacak. Kimse konuşmasın.”
Sonra da sorgulama odasına orta yaşlı tombul kadını getirdi.
Şahidin ifadesini almaya başladı:
“– Vatandaş şahit! Şu oturan üç kişinin içerisinden 18 Aralık’ta Brejnev Meydanında olan olaya katılan, sadece katılan değil, Zyavingtsev’i, yani sivil polisi döven, yere vurup kolunu kıran suçluyu bulun. Bunların içerisinde yoksa onu da söyleyin. Haydi!”
Ama