Название | Tarihin Kuyumcusu - Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce? |
---|---|
Автор произведения | Mikâil Bayram |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 978-605-121-894-6 |
Doğu’daki hocalar da bu işle çok meşgul olurlardı. Bu işin derinlemesine ilmini yapan Bitlisli Müştak Efendi adındaki bir şairdir. Said Nursi, Müştak Efendi’den çok etkilenmiş. Çünkü Müştak Efendi birtakım sözler söylüyor ve sözlerinde gelecekle ilgili birtakım olaylara işaret ediyor.
Bu kültür Mısır’dan Mezopotamya’ya, Mezopotamya’dan İran’a, İran’dan da bize geçmiş görünüyor.
Şia’dan da bize geçti. Müştak Efendi birtakım remillerde bulunuyor. Remil, gelecekle ilgili olayları tasvir etme sanatıdır. Dolayısıyla Müştak Efendi kendi dönemiyle ilgili birtakım kehanetlerde bulunuyor. Said Nursi oralarda yetişen bir adam. O dönemde bu Müştak Efendi’nin şiirleri basılmış, matbudur.
Müştak Efendi, Said Nursi’den yaşça büyük. Sanıyorum 1890’lı yıllarda vefat etmiş bir adam. Said Nursi onun eserlerini okumak suretiyle bu mesleği edinmiş. O da öğrendiği mesleği, âyetlere, hadislere uyarlamaya başlamış.
Özellikle İsmailiye mezhebinde olanlar bunu çok kullanmışlar. Yalnız İsmailiye mezhebinde bunun kullanışının biraz farklı bir anlamı var. Çünkü İsmailiye mezhebinden olan imamlar “Kur’ân-ı Kerim”in bir zahirî manası, bir de bâtıni manası olduğunu söylüyorlar. Okumuşluğu olan herkes “Kur’ân-ı Kerim”in zahirî manasını bilir. Ama bâtıni manasını ancak imamlar bilir.
İmamlar nasıl bilir bunu?
İmamlar cifir hesabıyla biliyorlar. Dolayısıyla o âyetin manasının tefsirini ancak imamlar yapabilirler. Bu meslek aynı yollarla tasavvufa da geçmiş. Tasavvufçular da bu yolu uygulamaya başlamışlar. İşte Said Nursi bir taraftan geçmişten gelen bilgiyi, bir taraftan da sufi olan şairlerin sanatını kullanmaya başlamış.
Muhyiddin İbnü’l Arabî’’ye atfedilen bir cümle var, “Şın şına geçtiği zaman…” Bunu açıklar mısınız?
Güya Muhyiddin İbnü’l Arabî bir gün Ümeyye Camii’nin önünde bir yerde durmuş ve insanlara “Sizin Rabbiniz benim ayağımın altındadır.” demiş. Tabii Muhyiddin İbnü’l Arabî’yi tardetmişler. Yavuz Sultan Selim, Şam’a gelinceye kadar onun o sözünü anlamamışlar. Yavuz Sultan Selim Şam’a gelince güya İbnü’l Arabî’nin mezarını ziyaret etmiş. Orada bu meseleyi Yavuz Sultan Selim’e anlatmışlar. Yavuz Sultan Selim de “Ayağını nereye koydu da böyle dedi, bu adam böyle dediyse boşuna söylememiştir.” demiş. Muhyiddin Arabî’nin ayağını koyduğu yeri göstermişler. Orayı kazdırmış, altından hazine çıkmış. Oradan hazine çıkınca “Ha demek ki Muhyiddin İbnü’l Arabî onlara sizin Rabbiniz paradır. İşte para ayağımın altındadır demek istemiş.” demiş. Bunu şöyle ifade ediyorlar: “Essinu iza dehaleş şini zehra kerametil Muhyiddin.” Şin Sultan, Şin de Şam demektir. Sultan, Şam’a vardığında İbnü’l Arabî’nin kerameti ortaya çıkacaktır. İşte bu da bir remil usulüdür. Bizim Abdulkadir Yekkoş Hocaefendi de bu tür şeylerle meşgul oldu. Hatta bir beyitinde diyor ki;
“İçme Hamid’in içinin yağını,
Sonra ururlar baş u ayağını”
diyor.
Bu ne demek? Normalde bundan hiç kimse bir şey anlamaz. Şimdi bunu deşifre ettiğin zaman şöyle bir mana çıkıyor: Hamit kelimesinin içinde ne var? “M” ile “y” var. “M” ile “y”, mey eder. Yani şarap içme. İçersen ne olur? Başıyla ayağını sana vururlar diyor. “H” ile “d” de baş ile ayağıdır. Yani had demek. Şarap içersen sana had cezası uygulanır. “Başıyla ayağını sana vururlar.” diyor. İşte bakın bu da bir cifir oyunudur.
Örtülü bir şiir. Aslında bir mana ifade etmiyor. Erbabınca çözüldüğü zaman mana anlaşılıyor. Said Nursi’nin kültür temellerinden birisi bu. Aslında Şia’dan etkilenmiş ama nereden etkilendiğini aşikâr etmiyor.
Said Nursi zaten oralarda büyüdü. Doğu’daki medreselerde okudu. Rahmetli kardeşi Abdülmecit Efendi Konya’da yaşıyordu. O, kardeşinin bu tür şeylerini onaylamıyormuş. “Bunlar saçma sapan şeylerdir.” diyormuş.
İmam hatipte öğretmen olduğu, İlahiyat asıllı olduğu için biraz engel oluyordu.
Buna itiraz etmiş bunu tercüme etmek istememiş. Onun bazı eserlerini Abdulmecit Efendi tercüme edermiş. “Sikke-i Tasdiki Gaybi” adlı cifir hesabıyla uğraştığı kitabını tercüme etmemiş Abdülmecit Efendi.
Diyelim ki Said Nursi sembollerle, rumuzlarla, remillerle, işaretlerle “Kur’ân-ı Kerim” tefsiri yapıyor. Hadislere de yorumlar getiriyor. Bu özde çok ciddi manada bir çatışma yaşamadıkça, geleneksel formla bir şey yapması onun eksikliği midir?
Şöyle bir eksikliği var:
Geniş halk kitleleri bu tür şeylere çok ilgi duyarlar. İçinde esrarengiz şeyler ararlar. Böyle bir anlayış fikrî derinliği kaybettirir. Eğer insanların hepsini böyle düşünürseniz İslam’a muhatap olan herkes bu esrarengizlerin peşinden koşar. Gerçek uğraşması gereken şeyi terk eder. Nitekim tarihimizde de bu olmuş. Bunlar insanlara çok daha cazip gelmiş. Gitmişler muskacılıkla uğraşmışlar. “Kur’ân-ı Kerim”le uğraşıyoruz diye, İslam’ı öğreniyoruz diye gidip bunlarla meşgul olmuşlar. Hatta bazıları ömürlerini tamamen buna vermişler. Dolayısıyla esas ciddi meseleler üzerinde düşünülememiş.
Özalp’te Seyyidler var. Köyde otururlardı. Özalp’in merkezine taşındılar. Kendilerinin Hz. Peygamber’in soyundan geldiğine inanılır. O yörenin halkı da onların Seyyid ailesi olduğuna inanırlar.
Mesela Said Nursi’nin çokça benimsediği “Celcelutiye Kasidesi” var. Celcelutiye Kasidesi’nde Hz. Ali, Risale-i Nur’dan bahsetmiş. Celcelütiye’nin cümlelerinden, beyitlerinden bu manaları çıkarıyor. Bugün Nurcular Celcelütiye Kasidesi’nin büyük bir hazine olduğunu düşünürler. Celcelutiye’den bir mana çıkarabiliyorsa en büyük âlim işte odur.
Hâlbuki Celcelutiye denilen kaside Hicri 6. yüzyılda ortaya çıkmış bir şeydir. Hz. Ali’yle herhangi bir bağlantısı da mevcut değildir. Celcelutiye Kasidesi’ne “Uydurma” derseniz Nurcular tarafından suçlanırsınız. Suçlu, itikatsız, hatta dinsiz addedilirsiniz. Dolayısıyla Said Nursi’nin bu tür kitaplarında Celcelutiye Kasidesi’ne de atıflarda bulunulur.
Bir dönem insanlar dünyanın öküzün üstünde olduğuna inanıyorlardı. Halkımız da böyle inanıyordu. Öküz kafasını sallıyor deprem oluyor. Bu düşünce sadece metinlerde de kalmamış, halk arasında yayılmış. Anadolu insanı, Müslüman halklar böyle inanır olmuşlar. Şimdi bu bazı kelâmî kitaplara dahi girmiş. Halk için yazılan bazı kelam kitaplarına yerleşmiş. Onun için Ömer Hayyam Farsça şiirde diyor ki;
“Gavi es der asıman kı nameş Pervin.” Gökyüzünde bir tane öküz var adı da Pervin’dir. Öküz burcunun adı Pervin’dir.
“Yek gavi diğer hes der zir i zemin.” Bir başka öküz var o da yerin altında yeri taşıyor.
Bakın öküz burcuyla ilgili de halk orada hakikaten bir öküzün olduğunu düşünür. Yıldızlar kümesinin meydana getirdiği bir motifle ilgi kuramıyor. İnsanlar orada gerçek bir öküzün mevcudiyetine inanıyor.
Ondan sonra Ömer Hayyam diyor;
“Çeşm-i Xıredet ba kun-u bibin.”
Akıl