Tarihin Kuyumcusu - Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce?. Mikâil Bayram

Читать онлайн.
Название Tarihin Kuyumcusu - Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce?
Автор произведения Mikâil Bayram
Жанр
Серия
Издательство
Год выпуска 0
isbn 978-605-121-894-6



Скачать книгу

gibi hoca efendiler Van’a geldikleri zaman bizim medrese hocaları onlara çok gıpta ederlerdi. Çünkü onlar biraz daha bilgili adamlardı. Bizim oranın hocaları çok bilgili değillerdi. Açıkçası pısırıktılar.

      O dönemde kaçak olarak medrese işleten hoca efendiler, medreselerini müsaade alarak “Kur’ân Kursu”na dönüştürdüler. Böylece medreseler resmiyet kazanmış oldu. Adı “Kur’ân Kursu”ydu ama onlar orada gene aynı müfredatı okutuyorlardı.

      Medresetüzzehra Kimin Hayaliydi?

      Sizin medreseye gittiğiniz dönemde Said Nursi’nin hayalindeki Zehra Medreselerinin Van’da açılması konuşulur muydu?

      Konuşulurdu tabii. Said Nursi uzun süre Van’da kaldığı için onu bizatihi tanıyan adamlar, aileler vardı. O aileleri şimdi hatırlayamayacağım. Onlardan biri radyo tamircisi Mehmet Kuralkan idi. Hamit Hoca vardı. Mesela Hamit Hoca Van’da Tahir Paşa diye bir validen bahsetmişti.

      Osmanlı paşası olan Tahir Paşa’nın iki Fransız misafiri varmış. Misafirler olduğu zaman Tahir Hoca diğer hoca efendilerden birini çağırır, onlara sarayında yemek ikram edermiş. Said Nursi de orada bulunmuş. Tercüman aracılığıyla Said Nursi ile Fransız misafirler arasında fikir münakaşaları olmuş. Münakaşalarda Said Nursi onlara baskın gelmiş. Malum Avrupa’da kaşıkla ve ayrı tabakta yemek yeniyor. Bizde de tabak ortaya koyulur, herkes oraya kaşık sallar. Fransız kendi usullerinin daha iyi olduğunu ifade ediyormuş. Said Nursi de bizim böyle ortada yemenin daha iyi olduğunu ifade etmiş ve bunu şöyle ispat etmiş. Demiş ki:

      Birisi kaşığı tabağa uzattıysa, diğeri onu bekler. O kaşığını çektikten sonra öbürü kaşığını daldırır yemeğe. Bu, sosyal adalete riayet etmektir. Siz birbirinize itimatsız olduğunuz için yemeği baştan itibaren ayırıyorsunuz. Ondan sonra aynı kaptan yemek yendiği zaman mide tıka basa dolmuyor. Bu da sağlık açısından daha önemli diye anlatmış.

      Tabii Said Nursi Kürt isyanı çıktıktan sonra Van’ı terk edip Erek Dağı’na çıkmış. Orada kendine kulübe yaptırmış, orada yaşamış. Hatta Mehmet Kuralkan Van’dan ona ekmek peynir gibi azık götürürmüş. Said Nursi onlara kulübesinde ders verirmiş.

      Said Nursi’nin yakın çevresinden insanlar gördük ama onlarla öyle pek haşır neşir olmadık.

      Topal Kâmil Efendi diye yaşlı bir adam vardı; kendisinden önceki hoca efendileri çok iyi bilirdi. Hatta bu Topal Kâmil Efendi bizim Yekkoş Abdulkadir Hoca’nın da sınıf arkadaşıymış.

      Kız Çocukları Okula Gidiyor muydu?

      Cumhuriyet’in ilanının üzerinden 20-25 yıl gibi bir zaman geçtikten sonra siz ortaokul ve liseye başlamışsınız. Daha sonraki dönemlerde Cumhuriyet’in getirdiği yeni düzen halkta tepkiyle karşılanıyor. Özellikle dindar çevreler veya Kürt coğrafyasında yaşayan halk eğitim sisteminin gayri İslami olduğunu söylüyor, çocuklarının Cumhuriyet’in okullarına gönderilmesini gâvurlaşmak olarak nitelendiriyor.

      O dönemde hem Nurcu çevrelerde, hem tasavvufi ortamlarda sizin okula gitmenize karşı tepki var mıydı? Bir de buna ek olarak sizin okuduğunuz dönemlerde halk kız çocuklarını okullara gönderiyor muydu?

      Evvela kız çocukları çok az okurlardı. Okuyan kız çocukları da memur çocukları olurdu. Mesela yüzbaşı, gümrük muhafaza memuru gibi kişiler kızlarını okutuyordu. Yerli halktan kızını okutan adam bilmiyorum. Kız çocuklarını ilkokula, ortaokula verenler memurlardı.

      Bizim okuduğumuz dönemlerde gittiğimiz medreselerde bizim okuduklarımızla alay ederlerdi. Yani okula gidiyorsun, gâvurluk öğreniyorsun gibi alay ederlerdi. İstihzaî bir bakış tarzları vardı.

      Fakat arkadaşım Aziz Açışlı ile benim, diğer lise talebelerine nazaran farklı bir yönümüz vardı. İkimiz de abdestli namazlı dindar insanlardık. Hoş bir dinî yaşayışımız vardı. Kendi kendimize Risale-i Nurları, başka dinî eserleri, “Kur’ân-ı Kerim”i hatta Osmanlıca kitaplar edinip okuyorduk. Böyle bir özelliğimiz vardı. Bu yüzden medresedeki hoca efendiler benimle Aziz Efendi’yi istisna tutarlardı.

      Ama genelde lise veya ortaokul talebelerine hoş gözle bakmazlardı. Onlar liselere, ortaokullara Türk mektepleri derler ve hoş bakmazlardı. Bölgeye gelen memurlara Türk derlerdi. Türklere yakışır mekteplerdir, bu mekteplere ancak Türkler gider derlerdi. Yöre halkının okullara böyle bir bakış tarzları vardı.

      Türklere yakışır mektepler derken, yani böyle Türklerin dinden uzaklaştıkları, dinsizleştirildikleri yönünde bir kanaat mi olurdu halkta?

      Tabii, tabii, onları söylerlerdi.

      Aslında bu kanaat sırf Van’a, Güneydoğu’ya ait bir şey değil. Cumhuriyet’in ilk yıllarında dindar halk, Anadolu insanı çocuğunu mümkünse okula göndermemiş, zorlama karşısında erkek çocuklarını göndermiş. Kız çocuklarını hiç göndermemiş. Daha da zorlama olunca hiç değilse ilkokulu okusunlar, okuryazar olsun diye biraz yumuşamış, ilkokuldan sonra hiç okutmamış. Bu 1950’li 1960’lı yıllara kadar böyle gelmiş.

      Babam bile memur olmasına rağmen beni okutmasının en büyük sebebi onun yerine tahsildar olmam içindi. Yani babam emekli olacak ben onun yerine tahsildar olacaktım. Babamın en yüksek seviyede düşündüğü şey buydu.

      Risale-i Nur’u ilk okuyuşunuz birinin gözetiminde mi oldu? Yoksa Risaleleri bağımsız mı okudunuz?

      Bağımsız, kendi kendimize okuduk. Yalnız dışardan abiler geldiği zaman, onlara ayrıca gider onların anlattıklarını dinlerdik.

      Risale okumaya başladığınız dönemde Said Nursi’yi merak etmediniz mi? O sırada halk onunla ilgili konuşmuyor muydu?

      Said Nursi eğitiminin büyük çoğunluğunu Van’da görmüş. O’nun döneminde çok güçlü hoca efendiler varmış. Molla Resul, Molla Yusuf gibi kişiler varmış. Said Nursi’yle münakaşa edip meseleleri tartışırlarmış. Hatta bir ara bizim o yöredeki molla efendiler Said Nursi’yi İstanbul’a göndermişler. Said Nursi bizim o yöredeki hoca efendilerin mümessili olarak, temsilcisi olarak 1907 senesinde İstanbul’a gitmiş. İstanbul’a gitmesi dahi bizim o yöredeki hoca efendilerin teşviki ile olmuştur. Tabii biraz da Tahir Paşa’nın onlara açılım sağlamasından kaynaklanıyordu. Çünkü onlar üniversite bilmezlerdi. Ama Tahir Paşa Van’a üniversite açılması fikrini onlara aşılamış olmalı ki onlar da bu isteği dile getirmişler. Çünkü Said Nursi’yi de Van’a bir üniversite açılması talebini iletmek üzere temsilci olarak İstanbul’a göndermişlerdi. Nitekim II. Abdülhamid de onu benimsemiş, kabullenmiş ve bütçe de tahsis etmiş. O bütçe, Van Üniversitesi için harcanmadan önce Balkan Savaşları çıkmış ve ayrılan bütçe Balkan Savaşları’na harcanmış. Biz o zaman bunları idrak edecek seviyede değildik.

      Risale-i Nurların Sadeleştirilmesini İstemeyenler Kimler?

      Risale-i Nur, 100 yıl önce bir ihtiyaçtan dolayı doğmuş. Pozitivizme yani maddeciliğe karşı insanlara imanî ve aklî örnekler vererek İslam dini anlatılmaya çalışılmış. Ama aradan 100 yıl geçmiş; Said Nursi’nin müntesipleri o günkü şartlar değişmemiş gibi Risale okunmalı diyorlar.

      Bu manada Risaleler “Kur’ân-ı Kerim”in önüne engel oluyor. Yani Risale’yi “Kur’ân-ı Kerim”in önüne geçiriyorlar. Yanlış olan bu. Her vaktin bir vacibi vardır. O gün yapılması gereken iş oydu. Ama artık bugünün şartları geçerli. Hani Mecelle’de bir kaide var; “Zamanın değişmesi hükmün değişmesini zorunlu kılar.” diye.

      21’inci yüzyılın ilk çeyreğini bitirmek üzereyken bugünkü insanlara “Kur’ân-ı Kerim”i nasıl anlatmamız