Elips Kitap

Все книги издательства Elips Kitap


    Osmanoğulları

    Ahmet Cevdet Paşa

    “Mecelle”yi kaleme alan Ahmet Cevdet Paşa, Osmanlı’nın son zamanlarında yetişmiş ender fikir, hukuk ve devlet adamlarından biridir. Devlet memurluğunun en alt kademelerinden bakanlığa kadar çeşitli görevlerde bulunmuştur. Tanzimat Dönemi’nde yaşamış, I. Meşrutiyet’in ilanına şahit olmuş ve Osmanlı’nın Batı ile ilişkilerinde etkisini her daim hissettirmiştir. Tarihe olan ilgisiyle ve kaleme aldığı tarihî eserleriyle hem Osmanlı zamanındaki hem de günümüzdeki bilim çevrelerinin otorite kabul ettiği, derin bir zekâ ve kavrayışa sahip, Osmanlı tarihini kapsamlı olarak anlatan 12 ciltlik “Tarih-i Cevdet” isimli eserin yazarı Ahmet Cevdet Paşa’nın Osmanlı’nın kuruluşundan Selanik’in fethine kadar anlattığı tarihî olaylar silsilesi, bugün dahi başvurulacak bir kaynak niteliğindedir.

    Toraman

    Hüseyin Rahmi Gürpınar

    Nihat Bey’in konağına evlatlık olarak giren Nimetşinas ile evin efendisinin tacizlerine maruz kalan Neriman karakterleri üzerinden Hüseyin Rahmi, evlilik kurumunun aksak yanlarını şiddetle eleştiriyor. Neriman, evin hanımına olan hürmetinden dolayı eserde “iffet”i temsil eder. Eşinin üzerine ikinci bir evlilik yapan Şuayip Efendi de daha sonra öğreneceği üzere oğlunun eski sevgilisini eş edinir; bu çapraşık aile yapısı âdeta cehenneme dönüşür. “Siz namusluluğun aynalı, oyuncaklı, süslü tasması altında yaşayan insanlar… Kendinize hoş gelen her fenalığı işler fakat adını değiştirerek, kitaba uydurarak işlersiniz.” Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

    Tepedeki Ev

    Чезаре Павезе

    Yıl 1943, İtalya’nın Torino kenti, hükûmetin faşist askerleri ile faşist rejime direnen partizanların çatışmalarıyla çalkalanmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’ndaki düşman kuvvetlerin göklerden yağdırdığı bombalar ile hükûmetin desteğiyle kenti basan Alman askerleri de eklenince savaş iyiden iyiye kızışır. Kendisini istemediği bir savaşın ortasında bulan öğretmen Corrado’nun ise hayattan tek dilediği huzur ve yalnızlıktır. Savaşın vahşetinden kaçıp sığındığı tepelerin sessiz ormanlarında geçmişini ve pişmanlıklarını yâd ederken direnişçilerle tanışır. Onlar ile zaman geçirmeye başlasa da ne savaştaki tarafsızlığını bozmaya cesaret edebilir ne de yüreğindeki yalnızlığın boşluğunu doldurabilir. Bir yandan yaşanan vahşetin anlamsızlığını ve dökülen kanların amacını sorgularken diğer yandan Almanların ölüm kokan nefesini ensesinde hissetmeye başlar. Yazarın hayatı ve dönemi hakkında çokça bilgi sahibi olacağımız eserde savaşın anlamını ve getirdiği yıkımı bariz bir şekilde sorgulayan yazarın, Corrado karakteriyle aktardığı şu cümleler bunu kanıtlar niteliktedir. «Ancak biteceğine inanmıyorum. Savaşa hatta bu sivil savaşa şahit olduktan sonra bir gün bitecek olursa herkesin dönüp kendisine şu soruları sorması gerekecek: “Peki ya yaşamını yitirenler? Onlar ne olacak? Niçin öldüler?” Bunlara ne yanıt vereceğimi ben de bilmiyorum. En azından şu an bilmiyorum. Bilen kimsenin olduğunu da sanmıyorum. Belki bunu yalnızca ölenler biliyordur ve belki savaş yalnızca onlar için tam anlamıyla bitmiştir.»

    Rikalda yahut Amerika'da Vahşet Âlemi

    Ахмет Мидхат

    Ahmet Mithat Efendi, okuyucularını fikrî bir seyahate çıkardığı romanı Rikalda yahut Amerika’da Vahşet Âlemi’nde Amerika’nın kuzeyindeki Missouri Nehri kıyılarında yaşayan Aztek adındaki vahşi bir kabilenin üzerinden ilkel hayattan azim ve çalışma sayesinde medeniyete geçişin öyküsünü anlatır. Dönem romanlarında Mezopotamya, Kafkaslar, Akdeniz gibi pek çok memleketin işlenmesi ve tanıtılmasına rağmen yeni bir dünya olarak tanımladığı Amerika’nın konu olmamasından hareketle okurunun düşünce dünyasını ve bilgi dağarcığını genişletmeyi amaçlayan Ahmet Mithat, eserinde; medeniyet anlayışını, vahşi ve medeni hayatın farkını kıyaslar. “… Eğer dediğiniz kurallar medenilerin memleketinde, sizin de memnun olabileceğiniz bir şekilde kabul edilmiş olsaydı; mahkemelere, hapishanelere, cellatlara filanlara bile lüzum kalır mıydı? İnsan evladı kendi vazifesine uyma mecburiyetinden kurtulmakla beraber başkalarının hukukuna saldırma hevesine o kadar yeniktir ki onu bu taarruzdan devamlı olarak menedebilmek için büyük ve daimî bir baskıya ihtiyaç vardır.”

    Ölüler Yaşıyor mu?

    Hüseyin Rahmi Gürpınar

    "Hayretler içinde etrafımıza bakıyoruz. Neredeydik? Nereye çıktık? Ve nereye döneceğiz? Yüz yıl yaşayanlar bu muammaların uçlarını bir araya getiremiyorlar. Bu büyük soruların karşısında aksakal da kundak kadar cahil. Gerimizde ve önümüzde geçilmez iki sınır var: öncesizlik, sonrasızlık. Bu sınırda bilim ve düşünce duruyor. Beyin, topaç gibi dönerek bulamadığı, tanıyamadığı bir var sayılan kuvvetin büyüklüğü karşısında korku titremeleriyle secdeye yatıyor. Bu geliş gidiş nedir? Hiçliğin derinliğinde tertemiz iken niçin bu dünyadan günah işlemiş olarak dönüyoruz?" Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

    Oz Diyarı: Teneke Woodman

    Лаймен Фрэнк Баум

    Amerikan edebiyatının önde gelen isimlerinden L. Frank Baum, çocuklar için itinayla kaleme aldığı «Oz Diyarı»nda oluşturduğu hayalî dünyayla Teneke Woodman’i nefes kesen bir yolculuğa çıkarıyor ve okuyucuyu etkisi altına almayı başarıyor. «Oz Diyarı», yazılmasının ardından geçen onca seneye rağmen bir dünya klasiği olma özelliğini hiç kaybetmemiştir. Teneke Woodman, geçmişte âşık olup izini kaybettiği Nimmie Amee’yi bulmak için yola koyulur. Dostu Gezgin Woot ve arkadaşları da ona bu yolculuğunda eşlik eder. Fakat dostlarımızın yolu, Dev Kadın’ın evi ile kesişecek ve onlar hiç de hoşlarına gitmeyen bir dönüştürülme büyüsüne maruz kalacaklardır. Bu eğlenceli kahramanlarımız ve nefes kesici serüvenleriyle «Oz Diyarı»na doğru macera dolu bir seyahate çıkmanın tam sırası! " 'Yüce Tanrı’m!' diyerek haykırdı Teneke Woodman. Hayretler içerisindeydi. 'Eğer sen Nick Chopper’ın kafasıysan o zaman sen bensin! Ya da ben senim! Ya da ya da… Aramızdaki bağ nedir?' "

    Mürebbiye

    Hüseyin Rahmi Gürpınar

    "Rüzgâr çıkınca denizin dalgalanacağı, tan açınca güneş doğacağı nasıl basit bir tabiat işi ise Şemi ile Sadri’nin gözlerinin karası tamamıyla kayboluncaya kadar süzgün bakışlar ile bakmalarından mürebbiye bu iki genç tarafından kendine muhabbet ilan edileceğini işte öyle anlamıştı. Hatta yalnız anlamakla da kalmayıp güzelliğinin ışığı etrafında dolaşan bu iki aşk pervanesini birbirine çarptırmadan idare edebilmek için ustaca bir de plan hazırlamıştı." «Anjel’in planı pek derindi. O kadar ki bazen en usta bir avcının bile ava çevirdiği tüfekle kendi kendini vurması gibi, kız da kendisi için yanıp tutuşanların ayakları dibine kazdığı, üzeri her biri aşkın göz aldatıcı renklerini gösteren çiçeklerle örtülü sevda çukuruna kazara kendisinin tekerlenmesinden korkuyordu. Mürebbiye gönlünde şimdilik ne Şemi ne de Sadri için bir sevgi istidadı görüyor, ikisini de sevmiyordu. Fakat sevmekten kendini alıkoyduğu kadar kendini sevdirmeye uğraşmak gibi gönül ateşbazlığının pek de tehlikesiz bir şey olmadığını çocuklara okuttuğu gramer kaidelerinden daha açık surette biliyordu. Anjel’in sevda teorisi, bu işteki maksadı bambaşka idi. Kız, mürebbiyelikten ne kazanabilecek? Ayda dört beş lira. Bu kadarcık parayı kalbinde beslediği emellerin gerçekleşmesi için hiç yeter bulmuyordu. Evlerinde mürebbiyeliğe çağrıldığı aile pek zengindi. O hizmetten alacağı parayı iki katına, üç katına, belki de dört katına çıkarmak için yalnız çocuklara gramer ve lisan okutmak değil, evdeki genç beylere aşkın en ince noktalarından dersler vermek lazım geleceğini, böylece kendine mühim bir irat yolu açabileceğini düşünmüştü.» Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

    Mesail-i Muğlaka

    Ахмет Мидхат

    "Mesail-i Muğlaka", Hukuk Fakültesinde öğrenim görmek için Paris’e giden Abdullah Nahifi adındaki bir Osmanlı Türkü’nün, Fransız toplumu içindeki yaşamından kesitler sunar. Abdullah Nahifi, Rosette adında, terzilik yapan bir kıza tecavüze kalkışan bir Fransız serserisini engeller. Ancak bundan sonra yenilgiye uğramış olan Fransız genci intikam almak istese de Nahifi’nin karşısında kendisini ispatlayamaz. Böylelikle basının da etkisiyle Türk genci Abdullah, Paris’in meşhurlarından olur. Ahmet Mithat Efendi, Nahifi’nin hayatını, maceralarını anlatırken aynı zamanda da karakterinin üzerinden Avrupa’daki gözlemlerini okuyucuya aktarır. Eserde, sınıf farklarının yoğun olduğu Fransa yaşantısı hicvedilir. Yazar, Doğu ve Batı’yı karşılaştırarak boşanmalar, aile kurumu ve çoklu evlilik gibi konular üzerine fikirlerini yansıtır. «Yüzlerce şairin binlerce şiirlerinde tasvir ettikleri gibi, bir Şarklı gönlünün sevgilisi olan kadını öyle mübalağalı kelimelerle tasvir eder ki kendisi için mümkün olmayan bu 'kavuşma' da ancak hayalde kalır. Ona varmak, onun bir lütfuna mazhar olmak, onun bir tebessümü için âdeta bin canını feda edeceğini ifade eder.»

    Kızıl Damga

    Натаниель Готорн

    17. yüzyılın New England eyaletinde yaşlı kocasından iki yıldır ayrı olan çok genç bir kadındır Hester Pryanne. Eşinin yokluğu sırasında kimliğini sakladığı birisiyle yaşadığı ilişki nedeniyle cezalandırılır. İşlenen bu günahın cezası olarak kadın, ömür boyu göğsünde kızıl bir damgayla yaşayacak ve öldükten sonra da bu damga mezar taşına işlenecektir. Katı kuralları ve muhafazakâr anlayışa sahip olan püritenliğin, taviz vermeyen kurallarının insanlar üzerinde ne kadar trajik etkiler bıraktığını “Kızıl Harf” romanında Hawthorne eleştirel bir şekilde gözler önüne seriyor. Öyle bir kural sistemi ki, insanlar bu dünyada çektiği cezalarla kalmıyor öldükten sonra bile onların üzerinde bu cezanın devam etmesi sağlanıyor. “Bırakın damgasını istediği gibi kapatsın, sonuç olarak onun acısını her zaman yüreğinde taşıyacak.”

    Jo'nun Oğulları

    Луиза Мэй Олкотт

    Koyu bir feminizm savunucusu olan Louisa May Alcott tarafından kaleme alınan «Jo’nun Oğulları»ında başkahramanımız Bayan Jo, oldukça kültürlü ve kendini bütünüyle evlatlarına adamış yürekli bir annedir. Oğulları ise keşmekeşli hayat mücadelesinde pek çok zorlu sınavdan geçecektir. Ama Bayan Jo’nun evlatlarına olan koşulsuz sevgisi ve bilge yol göstericiliğiyle bu sorunların üstesinden el birliğiyle geleceklerdir. Esasen «Jo’nun Oğulları»nda başkahraman Bayan Jo, günümüz ebeveynlerinin de kendisinden faydalanabileceği bir karakterdir. Çünkü onun annelik anlayışı, her koşulda ve her zaman evlatlarını sevgi ile kucaklamaktan geçer… «İyi birer örnek olun. Sizi rahatsız ettiğim için beni affedin sevgili oğullarım ama verdiğim öğütleri asla unutmayın. Belki bu söylediklerimin sonuçlarını asla öğrenemeyeceğim ama size yararlı olacağını düşünüyorum. İyi niyetle söylenen birkaç gelişigüzel söz, bazen çok şaşırtıcı biçimde yararlı olabiliyor. Zaten biz yaşlı insanlar, bunun için varız. Yoksa bizim deneyimlerimizin hiçbir faydasını göremezsiniz. Elimden geldiğince oğullarımı ve kızlarımı güvende tutmaya çalışıyorum, burası ahlaka önem veren bir yer, eskiden beri burada erdemli bir hayat yaşanır, aynı zamanda öğretilir de…»