Savaşin Armağani . Морган Райс

Читать онлайн.
Название Savaşin Armağani
Автор произведения Морган Райс
Жанр Героическая фантастика
Серия Felsefe Yüzüğü
Издательство Героическая фантастика
Год выпуска 0
isbn 9781632917492



Скачать книгу

hızla geçerken, Stara kesik kesik nefes almaya başladı. Başını eğdi ve yanlarından geçen askerlerin meraklı gözlerine görünmemeye çalıştı.

      En sonunda, durdular ve Fithe fısıldadı:

      “Tamam, başını kaldırabilirsin.”

      Tara başlığını kalırdı; saçları ter içinde kalmıştı. Bunu yaparken, iki şey onu büyüledi: O harikulade çöl sabahında iki tane kocaman ve güzel güneş yükseliyordu. Gökyüzü pembenin ve morun milyonlarca tonuna boyanmıştı. Sanki dünya yeniden doğuyordu.

      Karşısına bakınca, dünyanın sonuna dek uzanıyormuş gibi gözüken Büyük Hiçliği gördü. Uzakta o dönüp duran Kum Duvarı vardı. Stara elinde olmadan doğrudan aşağı baktı. Yükseklik korkusu gerilemesine neden olmuştu, ama bunu yapar yapmaz pişman oldu.

      Aşağıya bakınca, Yamacın dibine kadar uzanan dik uçurumu gördü. Karşısındaysa onu bekleyen boş bir platform duruyordu.

      Stara dönüp anlamlı bir ifadeyle ona bakan Fithe’ye baktı.

      “Emin misin?” diye sordu Fithe. Stara onun için endişelendiğini fark etti.

      Bir an için içine bir korku doldu, ama Reece’i düşününce hiç tereddütsüz evet der gibi başını salladı.

      Fithe anlayışlı bir tavırla başını salladı.

      “Teşekkür ederim,” dedi Stara. “Sana borcumu nasıl ödeyebileceğimi bilmiyorum.”

      Fithe gülümsedi.

      “Sevdiğin adamı bul,” dedi. “o kişi ben olamayacaksam, en azından başka birisi olabilir.”

      Stara’nın elini tuttu, öptü, eğilerek selam verdi ve arkasını dönüp uzaklaştı. Stara onun gidişini izlerken, kalbi ona karşı minnetle doldu. Reece o kadar çok sevmiyor olsaydı, belki Fithe sevdiği erkek olabilirdi.

      Stara döndü, kendisini hazırladı, atının yelesini tuttu ve kaderini belirleyecek olan ilk adımı platforma doğru attı. Büyük Hiçliğe, neredeyse kesin sayılabilecek bir ölüm anlamına gelen yolculuğuna bakamamaya çalıştı. Ama baktı.

      Halatlar gıcırdadı, platform sallandı ve askerler halatları her seferinde birer adım kadar indirirken, Stara tek başına bir hiçliğe doğru inmeye başladı.

      Reece, ölebilirim, dedi içinden. Ama senin için dünyanın öteki ucuna gideceğim.

      ALTINCI BÖLÜM

      Erec geminin pruvasında yanında Alistair ve Strom’la birlikte dururken, aşağıdaki İmparatorluk nehrinin azgın sularına bakıyordu. Şiddetli bir akımın gemiyi sola doğru, onları Volusia’ya, Gwendolyn’e ve diğerlerine götürecek olan kanaldan öteye itişini izledi. Ne yapacağını bilemedi. Elbette Gwendolyn’i kurtarmak istiyordu, ama kurtulmuş olan köylülere komşu köylerini kurtarıp yakınlardaki İmparatorluk garnizonunu yok edeceğine dair verdiği kutsal bir söz de vardı. Bunu yapmazsa, İmparatorluk askerleri çok geçmeden özgür kalan insanları da öldüreceklerdi ve Erec’in onları kurtarmak için harcamış olduğu çaba boşa gidecekti. Köyleri bir kez daha İmparatorluğun eline geçecekti.

      Erec başını kaldırıp ufku incelerken, aradan geçen her saniyenin, rüzgârın her esişinin ve küreklerin her hareketinin onları Gwendolyn’den ve esas görevinden biraz daha uzaklaştırdığını biliyordu, ama bazen insanın ne şerefli ve doğru şeyi yapabilmek için önceliklerini değiştirmesi gerektiğini de biliyordu. Bazen kişinin görevi baştan beri düşündüğü şey olmuyordu. Bazen sürekli olarak değişiyordu; bazen esas görev haline gelen daha önemsiz gözüken bir yolculuk oluyordu.

      Yine de, Erec içinden İmparatorluk garnizonunu en kısa zamanda yerle bir edip, nehirden yukarı dönerek Volusia’ya gitmeye ve çok geç olmadan Gwendolyn’i kurtarmaya yemin etti.

      “Efendim!” diye seslendi birisi.

      Erec başını kaldırınca, geminin direğinin tepesindeki bir askerin ufku işaret ettiğini gördü. Oraya bakarken, gemileri nehirdeki bir kıvrımı döndü ve akıntılar hızlandı. Erec askerlerle kaynayan, nehrin kenarında adamların nöbet tuttuğu bir İmparatorluk kalesi görünce kalp atışlarının hızlandığını hissetti. Sadece ve kare biçimli taş bir binaydı ve alçaktı. İmparatorluk ustabaşıları etrafına dizilmişlerdi, ama hiçbiri nehri izlemiyordu. Tam aksine, köylülerle dolu olan aşağıdaki köle köyünü izliyorlardı. Askerler acımasızca köylüleri kırbaçlıyor, ağır işçilik yaptırarak sokaklarda işkence ediyordu; askerlerse onlara bakıp bu manzaraya gülüyorlardı. Erec öfkeden kızardı ve köylülere karşı uygulanan bu adaletsiz tavra sinir oldu. Nehirde başka bir yöne saparak doğru şeyi yaptığını hissediyordu ve yapılan hataları düzeltip bunu onlara ödetmeye de kararlıydı. İmparatorluğun gaddarlıkları arasında bu olay sadece bir damla olabilirdi, ama özgürlüğün birkaç kişi için bile ne demek olduğunu hafife almamak gerekirdi.

      Erec kıyıların İmparatorluk gemileriyle dolu olduğunu gördü; gemiler çok sıkı korunmuyordu, çünkü kimse bir saldırı olacağını düşünmüyordu. Tabii ki düşünmezlerdi: İmparatorlukta düşman güçler yoktu. Daha doğrusu, büyük İmparatorluk ordusunu korkutacak güçte birileri yoktu.

      Ama Erec vardı.

      Erec adamlarının sayısının az olduğunu biliyordu, ama onları gafil avlamak gibi bir avantaja sahiplerdi. Yeteri kadar hızlı bir saldırı gerçekleştirebilirlerse, belki de onları alt edebilirlerdi.

      Adamlarına bakınca, Strom’un hevesle onun emrini beklediğini ve yanında durduğunu gördü.

      “Benimle birlikte geminin komutasını al,” dedi Erec erkek kardeşine. Kardeşi bunu duyar duymaz harekete geçti. Güvertede koştu, tırabzanlardan yanlarındaki gemiye atladı ve derhal pruvaya gidip idareyi ele aldı.

      Erec kendi gemisinde etrafına toplanan ve emirlerine bekleyen askerlerine döndü.

      “Geldiğimizi onlara belli etmek istemiyorum,” dedi. “Onlara mümkün olduğunca çok yaklaşmalıyız. Okçular… Hazır olun!” diye bağırdı. “Geri kalan askerler, mızraklarınızı alın yere eğilin!”

      Askerlerin hepsi pozisyonlarını aldılar ve tırabzanın önünde iyice yere eğildiler. Erec’in askerleri sıra sıra dizilip mızraklarını ve yaylarını hazırladılar. Hepsi iyi eğitilmiş askerlerdi ve sabırla Erec’in emirlerini bekliyorlardı. Akıntılar hızlandı, Erec İmparatorluk birliklerine yaklaştıklarını gördü. Damalarında o tanıdık akımı hissetti: Havada savaş kokusu vardı.

      Giderek daha da yaklaştılar. Artık aralarında hemen hemen yüz metre kalmıştı. Erec görülmediklerini umuyor, kalbi hızla atıyordu. Etrafındaki adamlarının sabırsızlandığını ve saldırmaya hazır olduklarını hissedebiliyordu. Sadece menzile girmeleri gerekiyordu. Kat ettikleri her kulaç su ve karada her adım son derece değerliydi. Bir tek mızraklarını ve oklarını kullanabilirlerdi ve ıskalama şansları yoktu.

      Haydi, diye düşündü, biraz daha yakınlaşmamız gerek.

      İmparatorluk askerlerinden biri nedensiz yere dönüp ve suya bakınca Erec’in kalbi duracak gibi oldu. Adam şaşkınlıkla gözlerini kıstı. Onları görecekti, ama daha çok erkendi. Henüz menzile girmemişlerdi.

      Yanında olan Alistair de bunu gördü. Erec savaşa erken başlamaları için emir veremeden, Alistair ayağa kalktı ve gayet sakin ve kendine güvenen bir ifadeyle avucunu havaya kaldırdı. Avucunda sarı renkli bir top belirdi. Kolunu geriye çekip öne doğru savurdu.

      Erec ışık küresinin tepelerine yükselip bir gökkuşağı gibi