Her Yol Mübah . Джек Марс

Читать онлайн.
Название Her Yol Mübah
Автор произведения Джек Марс
Жанр Современные детективы
Серия bir Luke Stone Gerilim Romanı
Издательство Современные детективы
Год выпуска 0
isbn 9781632916419



Скачать книгу

ardından Nassar’ın bağırışları geldi. Serçe parmak dışa doğru bükülmüşü. Görünüşünde tiksindirici bir durum vardı.

      Luke, Nassar’ın çenesinin altından tuttu ve kafasını hafifçe kaldırdı. Nassar’ın dişlerini sıkmıştı. Yüzü kıpkırmızı olmuş, güçlükle nefes alıyordu. Ama gözleri sert bakıyordu.

      “O sadece serçeydi.” dedi Luke. “Sıradaki baş parmağın. Başparmaklar serçe parmaklardan çok daha fazla acır. Aynı zamanda daha da önemlidirler.”

      “Sizler hayvansınız. Size hiçbir şey söylemeyeceğim.”

      Luke Ed’e baktı. Ed’in yüzünde değişiklik olmamıştı, hala sert görünüyordu. Omzunu silkti ve başparmağı kırdı. Bu sefer yüksek bir kırılma sesi duyuldu.

      Luke ayağa kalktı ve adamın acı feryatlarına izin verdi. Bu ses sanki kulakları yarıyordu. Sanki bir korku filmindeymiş gibi, çığlığın apartman dairesinde yankılandığını duyabiliyordu. Belki de mutfaktan bir el havlusu getirip ağzına tıkmalılardı.

      Odada bir aşağı bir yukarı gezindi. Bu işten hoşlanmıyordu. Bu işkenceydi, bunu anlayabiliyordu. Ama adamın parmakları iyileşecekti. Eğer bir metro istasyonunda kirli bir bomba saldırısı gerçekleşirse, bir sürü insan ölecekti. Kimse hiçbir zaman iyileşmeyecekti. Terazinin bir tarafında adamın parmakları, diğer tarafında metroda ölecek insanlar, karar vermek kolaydı.

      Nassar artık ağlıyordu. Burnundan renksiz bir akıntı geliyordu. Deli gibi nefes almaya çalışıyordu. hah-hah-hah-hah gibi bir ses çıkıyordu.

      “Bana bak” dedi Luke.

      Adam dediği gibi yaptı. Gözleri artık sertliğini kaybetmişti.

      “Görünüşe göre başparmağınla dikkatini çekebildik. Yani sıradaki sol elindeki. Bundan da sonra dişlerine başlayacağız. Ed?”

      Ed adamın soluna geçti.

      “Halil Cibran.” diye nefes verdi Nassar.

      “Ne dedin? Seni duyamadım.”

      “Halil alttan çizgi Cibran. Şifre bu.”

      “Yazar olan mı?” dedi Luke.

      “Evet.”

      “Peki aşk ile çalışmak nedir?” dedi Ed, Cibran’dan alıntı yaparak.

      Luke gülümsedi. “Kumaşı yüreğinizden çekilmiş ipliklerle dokumaktır, sevgiliniz giyecekmişçesine. Evdeki, mutfak duvarımızda asılı. Çok seviyorum böyle şeyleri. Sanırım burada üç tane umutsuz romantik var.”

      Luke bilgisayarın başına gitti ve dokunmatik bölümde ellerini kaydırdı. Şifre kutusu göründü. Kelimeleri girdi.

      Halil_Cibran

      Masaüstü göründü ekranda. Arka planda, önünde sarı ve yeşil çimlerin uzandığı karlarla kaplı bir dağ fotoğrafı vardı.

      “İşe yaradı. Teşekkürler, Ali.”

      Luke kargo pantolonunun yan cebinden, Swann’dan aldığı belleği çıkardı. USB girişlerinden birine taktı. Bu belleğin hafızası devasa boyuttaydı. Bu adamın bilgisayarındaki bilgilerin tamamını kolayca yutabilirdi. Şifrelenmiş bilgiyi kırmakla daha sonra uğraşabilirlerdi.

      Dosya transferini başlattı. Ekranda yatay bir yükleme kutucuğunun içinde bir gösterge çubuk belirdi. Gösterge çubuğu, sol taraftan başlayarak yeşil renkte dolmaya başlamıştı. Yüzde üç, yüzde dört, beş. Bu çubuğun altına, dosya isimleri bir fırtına gibi görünüyor ve kayboluyor, ve her biri hedefteki belleğe kopyalanıyordu.

      Yüzde sekiz. Yüzde dokuz.

      Ana odanın hemen dışında, ani bir bir karmaşa ve gürültü kopmuştu. Ön kapılar patlarcasına açılmıştı. “Polis!” diye bağırdı biri. “At silahını! At yere!”

      Dairenin içinde ilerliyor, bir şeyleri deviriyor, kapıları kırıyorlardı. Gelen seslere bakılırsa içeride bir sürü polis vardı. Her an burada olabilirlerdi.

      “Polis! Yat! Yat! Yat yere!”

      Luke yükleme çubuğuna bir bakış attı. Yüzde on iki de takılmış görünüyordu.

      Nassar, Luke’a baktı. Gözlerini yoğun bir şekilde örten göz kapaklarından damlalar akıyordu. Dudakları titriyordu. Yüzü kırmızıydı, neredeyse çırılçıplak vücudu ter içinde kalmıştı. Hiçbir şekilde zafer kazanmış veya hakkı korunmuş görünmüyordu.

      13. Bölüm

      Saat 07:05

      Baltimore, Maryland, Fort McHenry Tüneli’nin Güneyi

      Eldrick Thomas bir rüyadan uyandı.

      Rüyada; dağlarda, yüksek bir yerde, bir kulübedeydi. Hava soğuk ve temizdi. Rüya gördüğünü biliyordu çünkü daha önce hiç böyle bir kulübede bulunmamıştı. İçeride, ateşi yanan, taştan bir şömine vardı. Ateş ılıktı ve ellerini alevlere doğrultmuştu. Yan odada büyükannesinin sesini duyabiliyordu. Eski bir kilise ilahisi okuyordu. Çok güzel bir sesi vardı.

      Gözlerini gün ışığına açmıştı.

      Büyük acı içindeydi. Göğsüne dokundu. Kandan yapış yapış olmuştu ama ateş edilmek onu öldürmemişti. Radyoaktiviteden dolayı hastaydı. Bunu hatırladı. Etrafına bakındı. Etrafı çalılarla kaplı bir çamur birikintisinde yatıyordu. Soluna doğru oldukça büyük bir su birikintisi gibi bir şey görüyordu, bir nehir veya bir liman gibi. Yakında bir yerlerde bir otoyol olduğunu duyabiliyordu.

      Ezatullah onu oraya kadar kovalamıştı. Ama bu… uzun zaman önceydi. Ezatullah, muhtemelen çok uzaklardaydı şimdi.

      “Hadi adamım.” sesi karga gibi çıkıyordu. “Hareketlenmelisin.”

      Orada öylece kalmak kolaydı. Ama eğer böyle yaparsa ölecekti. Ölmek istemedi. Artık cihatçı olmak istemiyordu. Sadece yaşamak istedi. Hayatının geri kalanını hapiste geçirse bile problem değildi. Birçok kez hapse girmişti. İnsanların iddia ettiği kadar kötü değildi.

      Ayağa kalkmaya çalıştı; ancak, bacaklarını hissedemiyordu. Bacakları gitmişti. Karnının üstüne yuvarlandı. Elektrik çarpmışçasına içi kavruldu sanki. Karanlık bir yere gitmişti. Bir süre sonra geri döndü. Hala oradaydı.

      Sürünmeye başladı, elleriyle toprağı ve çamuru kavrıyor ve kendini ileri doğru çekiyordu. Bir tepenin en üstüne sürükledi vücudunu, dün gece üstünden düştüğü tepe, hayatını kurtaran tepeydi bu. Acı yüzünden ağlıyordu, ama devam etti. Acıyı pek önemsemiyordu, sadece bu tepeyi çıkmaya çalışıyordu.

      Uzun bir süre geçti. Çamurun içinde yüzüstü yatıyordu. Çalılar burada daha bir yoğundu. Etrafına baktı. Nehrin üstündeydi. Çitteki delik tam karşısında duruyordu. İçinden sürüklenerek geçti.

      Tam çitin dibinde, kendini doğrultmaya çalışırken yakalandı. Acı içinde bağırıyordu.

      İki yaşlı siyahi adam beyaz kovaların üzerinde oturuyorlardı, pek de uzakta değillerdi. Sürreal bir netlikle görebiliyordu onları. Daha önce kimseyi bu kadar berrak bir şekilde görmemişti. Oltaları, olta takımı kutuları ve büyük beyaz bir kovaları vardı. Tekerlekli, büyük, mavi bir buzlukları vardı. Büyük beyaz torbaları ve köpük McDonald’s kutuları vardı. Arkalarında da eski ve paslı bir Oldsmobile.

      Sanki cenneti yaşıyorlardı.

      Tanrım, lütfen onlar gibi olayım.

      Bağırınca iki adam da ona doğru koştu.

      “Dokunmayın bana!”