Название | Aslında Her Şey Yolunda |
---|---|
Автор произведения | Duygu Terim |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 978-625-6469-19-8 |
Aslı balayı tatillerini hatırladı. Lüks otel odasına bavullarını taşıyan görevliden ütü istemişti. Önce kocasınınkileri sonra kendi kıyafetlerini tek tek çıkardı, askıya asmadan hepsini ütüledi. Babasının gömlekleri gibi oldu kocasının tişörtleri de. Omuzdan kol boyunca devam eden muntazam ince bir çizgi. Evde de devam etmişti saatler süren düz çizgi yapma uğraşı. Yaz sıcağında, kuru kışta her zaman. Hadi gömlekler neyse. Çift çizgi yapmadan kumaş pantolonları ütülemeyi beceremeyince kuru temizlemeciye abone olmuştu, altmış beş numara. “Alo merhaba, ben altmış beş numara. Üç gömlek beş pantolonumuz var. Eve birini gönderebilir misiniz?” Kapı çalınınca hırkasının önünü açtı. Keşke sorsalardı, “Kaç aylık? Maşallah. Allah bağışlasın. Sağlıkla kucağınıza almak nasip olsun inşallah.” Hiç olmadı. “Teşekkürler, iyi günler.” Hepsi bu. Şeffaf kılıf içinde kıyafetler geldiğinde önce kılıfı çıkarıyordu, sonra numaranın yazılı olduğu etiketleri. Birkaç defa unuttu, o olaydan sonra da çıkarmaktan vazgeçti.
Bavul Tahsin’in koyduğu yerde duruyor. Balkona çıktı. İki sandalyeyle küçük bir masa var. Oturup ayaklarını balkon korkuluğuna dayadı. Yazlıkların arasından görünen denizi izledi bir süre. Gözlerini kapadı, uzaktaki denizin kokusunu hissedip gücünü yeniden toplamaya çalıştı. Ameliyat odasının soğukluğu, anestezi etkisini göstermeden önce son gördüğü duvardaki saat, 09.32. Odasına çıkarıldıktan sonra yan odalardan duyduğu bebek ağlamaları, komşu oda kapılarındaki süsler… Aklına gelen düşünceleri kovalayamadı. Burnuna dolan zeytinyağı kokusuyla kendine geldi, kahvaltı için aşağı indi.
Dört kişilik masalar bahçenin ortasında, ağzından su akan bir melek heykelinin çevresinde. Duvara dayalı iki kişilik masalardan birine oturdu. Ayak bileklerinde biten beyaz keten elbisesinin en üstteki düğmesini açtı. Geniş kumaşı bacaklarının arasına alıp bacak bacak üstüne attı. Ameliyat yerinin ince sızısını hissetti. Siyah kıyafetli çalışanlar masaların arasında mekik dokuyor. İri bir kadın vücuduna benzeyen sürahilere su dolduruldu, sandalyeler düzeltildi, çatal bıçaklar masalara yerleştirildi. Bakımsızlıktan rengini kaybetmiş, çaresizce sonbahar yağmurlarını bekleyen çimlerin sararmış görüntüsüne rağmen kendisini o an iyi hissetti.
Bembeyaz masa örtüleri, kahvaltılıklar, kızarmış hamurun huzurlu sıcak kokusu. Üstünde reçellerin olduğu masa örtüsü kirlenmiş, biraz çilek biraz da incir reçeli. Küçük kavanozlarda bergamot reçelleri. Aslı İstanbul’a dönerken tatilinin kokusunu hatırlamak için kalan bergamot reçellerinin hepsini satın alacak.
Onları ilk kez burada gördü. Oğlan babasının küçük parçalara ayırıp tabağına koyduğu beyaz peyniri yerken, babası ona çilek reçeli getirmek için ayağa kalktığında. Çocuğun tabağında kenarı ayrılmış iki ekmek dilimi var, belli ki o da benim gibi içini seviyor, diye düşündü. Babası gelince reçelli ekmeği ağzına tıkacak. Şimdi bacaklarını sabırsızca sallıyor, babasını izliyor.
Son zamanlarda pek iştahı yok, birkaç lokma atıştırıp odasına çıktı. Bavulunu yine açmadı. Deniz çantasından çıkardığı mayosunu giydi. İçine kitabını ve oda anahtarını koyduğu havlusu kolunun altında odadan çıktı. Acele etmeden, yol tarifi almadan yürüdü. Kasaba meydanındaki kahvehanenin çırağı kaldırımları suluyor, yanındaki bakkal içi plastik deniz eşyalarıyla dolu rafları dükkânın içine taşıyordu. Yabancı olmasına rağmen kimsenin onu fark etmemesi hoşuna gitti.
Yazlıklar boşalmış. Uzun yaz gecelerinin vazgeçilmezi bahçe masaları şimdi kollukları, deniz oyuncaklarını, şişme yatakları yağmurdan koruyor. Hepsi bir kenara üst üste yığılmış. Tabaklara dalıp çıkan çatal kaşık seslerinin yerini hafifçe sertleşen rüzgârda kımıldayan yaprak sesleri almış.
Çakıllı yollardan geçerek sahile ulaştı. Parmak arası terliğini deniz kenarına bıraktı, topu topu iki yüz adımlık koyda iki tur attı. Etrafta kimse yok. Kuma serdiği havlusuna uzandı. Derin nefesler aldı, yavaşça verdi. Özgürce denize giren sokak köpeklerinin silkinmelerini, güneşte kurumalarını izledi.
Aylardır okumadığı kitabını eline aldı. Ayraç olarak kullandığı soluk renkli ultrason çıktısını kitabın rastgele bir sayfasına koydu. Gözlerini satırlar arasında kaydırdı, okuyamadı. “Burnu anneye benziyor galiba,” demişti doktor gülümseyerek. Kemerli burnundan aldığı yarım nefes ciğerlerine dolamadı, hâlâ süt sancısı çeken meme uçları acıdı. Kocasının yüzünü hatırladı, son umudunu kaybetmiş, hayal kırıklığının ağırlığıyla küçülen gözlerini.
Altıncı ya da yedinci ayda tekmelerini hissedecekti. “Bak bak,” deyip kocasının elini karnına götürecekti. “Konuş onunla, sesini duysun ki karnımdayken sana da alışsın.” El ele tutuşup parka gideceklerdi. Yeni yürümeye başladığında hırkasının kapüşonundan tutacak, tökezlese bile düşmesine izin vermeyecekti. Hop oldun, aferin sana bak kendi başına üç adım attın, diyecekti.
Çocuklarını kaybettikten sonra iyice uzaklaştılar birbirlerinden. İkisinin de, beni anlamıyorsun, dediği konuşmalar bile yapılmıyordu. Aslı’da sevdiklerini kaybetmiş insanların hâlâ yaşadıkları için duydukları utanç duygusu, toprağa çekilme ağrısı, kocasında yas sürecinin ne zaman biteceğine dair sabırsızlık. İçinden bir parçayı mezara koymuş gibi değildi, bütün varlığını kaybetmişti.
Aslı deniz kenarındayken, baba oğul bahçeye sonradan eklendiği belli küçük havuza indi. Babası çocuğun ince kollarına kollukları takmak için uğraşıyor. Neşeli olduklarını söylemek zor. Daha çok tatilde yapılması gerekenler listesinde yer alan maddeleri uyguluyor gibiler.
Havuzdan çıktıktan sonra bir süre şezlongda uzandılar. Çocuk babasının bacakları arasında, havluya sarılı. Öğle güneşiyle içleri sıcacık. Çantadan çıkardığı küçük kavanozdaki meyve püresini yedirdi babası. Birkaç kez daha havuza girdikten sonra öğle uykusu için odaya çıktılar, baba balkonda sigara içmenin kısa mutluluğunu yaşadı.
Aslı denize girmeden aynı yolu yürüyerek otele döndü. Suyu izlemeyi yüzmeye tercih ederdi. İçinde hep bir tedirginlik olduğundan belki, ya ayağımın değmediği yere sürüklenirsem.
Akşam yemeğine çok vardı. Kırış kırış olmuş keten elbisesini çıkardı, sandalyenin üstüne attı. Sabun kokulu yorganı burnuna kadar çekti, aylardır unuttuğu uykudaki huzur vücudunu sardı. Şehirde, kocasının yanında bıraktıklarını sabun kokusu alıp götürmüştü sanki.
Uyandığında mı duydu ızgarada cızırdayan balığın sesini, yoksa o sese mi uyandı anlayamadı. Geç kalma endişesiyle saatine baktı, şikâyet eden bir of çıktı ağzından. Kol saatini makyaj masasında ters duran telefonunun üstüne bıraktı. O sırada telefonu titriyordu. Yüzünü buruşturarak baktı. Eşim yazıyor, başında ve sonunda birer kalp. “Buldumcuk oldun, ondan olmasın,” demişti. “Bak fazla heveslenme, kendine nazar değdireceksin.” Sekizinci haftada hamile pantolonlarına geçmişti. “Demek iç karnım geniş, dış karnım dar. Ne yapayım pantolonlarım sıkıyor.” Çatlakları için aktarları dolaşmış, koklayarak, son kullanma tarihlerini sorarak seçmişti hepsini: kakao yağı, çay ağacı yağı, badem yağı ve erken hasat zeytinyağından beşer mililitre. “Elinizin içinde ısıtarak süreceksiniz. Önce kırmızılaşacak çatlaklarınız, morarmadan önlem alın, yoksa kalıcı hale gelir.” Telefondaki kırmızı simgeyi yukarı kaydırdı.
Çıplak vücudunu izledi aynada. Hâlâ hafif şiş karnına