BİR AŞKIN TARİHİ. Mehmet Rauf

Читать онлайн.
Название BİR AŞKIN TARİHİ
Автор произведения Mehmet Rauf
Жанр
Серия
Издательство
Год выпуска 0
isbn 978-625-8035-49-0



Скачать книгу

sokup beni sallanan bir sandalyeye oturturken: “Ey, artık köylü arkadaşlarım da etrafımda kurdukları gözetleme ağının beni ne kadar sıktığını anlasınlar da o kadar taciz etmesinler,” dedi ve karşıya, bir kanepeye oturdu.

      “Aman azizim, meğer ben ne kadar önemliymişim, bunu bu kış anladım. Önceden ben de kendimi herkes gibi önemsiz, ihmal edilmiş, yalnızca görüldüğü zaman akla gelen adamlardan zannediyordum. Meğer hiç öyle değilmiş, bütün arkadaşlarımın fikrinde önemli bir yerim varmış. Macit, Macit, Macit… Sokağa çıkmıyor, Macit gidenleri sessiz ve sıkıntıyla kabul ediyor, Macit şöyle yapıyor, Macit böyle yapıyor… Bütün kış dostlarımın konuşmalarının zeminini ben oluşturdum; bu garip değil mi?”

      Üstündeki kısa robdöşambrının cebinden tabakasını çıkardı. Bize birer sigara verdi. Macit, kibriti yaktıktan sonra sigaramı yakmam için bana uzatırken Nuri Bey: “E, sevinsene! Keşke benimle de bu kadar ilgilenseler. Demek ki seni seviyorlar. Bundan şikâyet edilir mi?” dedi.

      Macit, ince ince ikimize de baktı.

      “Öyle bir sevgi ki mayasında yalnız taciz var. Çekememezlik var… Kendi keyfini düşünmek var…” dedi.

      Bu sırada kapının zili tekrar çaldı. Hizmetçi kadın koştu. Macit de hemen kalkarak kapının tarafındaki pencereden baktı.

      “Oh, al sana bir sürü misafir, yeni birkaç meraklı daha! Bu, her cuma artık âdet oldu. Bir haftanın sonunda işlerinden sıkılan köylü arkadaşlar eğlenmek, biraz keyiflenmek için gelip burada sermaye toplar… Bu cuma olsun kendimi bu işkenceden kurtarmak istemiştim. Haydi, yine kendimi onlara feda edeyim.”

      Kaderine razı bir tavırla cama tekrar vurdu. Kapı açılınca üç dört kişinin kahkahası işitildi. O sırada bana hitaben: “Bak Necip,” dedi. “Bu kadar fedakârlığa, sana hayatımı ve dostlarımı göstermek için katlanıyorum, bak da ibret al,” dedi.

      Daha önce ikisini yine Macit’in yanında gördüğüm, diğer üçünüyse yalnızca uzaktan tanıdığım beş genç içeri girdi. Macit’in odasının her zamanki sessizliği bile bu fazla neşeden, bu şamatadan, bu birbiri ardı sıra atılan kahkahalardan rahatsız olmuş görünüyordu.

      Bunların ikisi, yolda başlamış oldukları ve kahkahaya hâlâ devam ettikleri bir konuyu tamamlıyordu. Kapının yanında ayakta, bazen yüksek sesle, bazense ölçülü bir şekilde birbirlerinin kulağına yaklaşarak ve kahkahadan kırılarak konuşuyorlardı. Diğer üçü beni de görünce resmileşti, resmi bir şekilde tanıştırıldık, sigaralar ikram edildi. Kahkahalı sohbet ancak bu sırada bitti. Bunlardan biri olan Sabri Bey isminde bir süvari zabiti,2 Macit’in elini tutup koparmak istiyormuş gibi askerce sallayarak: “Nihayet ele geçtin hain firari,” dedi. “Seni görmeyeli neler oldu? Nerelerdesin? Ortadan kayboldun.”

      Nuri Bey biraz önce işittiği tuzluca sözlerin tatsız etkisiyle Macit’e onu savunduğunu göstermek ister gibi: “Canım, çalışıyor,” dedi. “Büyük bir Osmanlı tarihi yazıyor, herkes sizin gibi tembel değil ayol! Baksanıza masa perişan, evrakların altında çatırdıyor. Meşgul, meşgul…”

      Hepsinin gözleri merakla masaya yöneldi. Macit, acı acı güldü. “Merak etmeyiniz, merak etmeyiniz, Nuri Bey şaka yapıyor, hikâye yazmıyorum. O kâğıtlar sadece masraf pusulaları…”

      Sabri, kuvvetli elini Macit’in omzuna tekrar uzattı. “E, neyle meşgulsün öyleyse? Ortadan böyle kaybolmak için mutlaka bir sebep vardır.”

      Macit, bana acı, şiddet dolu bir bakış attı ve bu durumu bir şakayla geçiştirmeye gayret ederek, “Daima merak…” dedi. “Hem, sen omzumun yanında öyle Yeniçeri tavrıyla durursan beni korkutursun… Şöyle otursana.”

      Şimdi, Nuri, Sabri’yi çekerek yanına aldı ve onunla gizli gizli konuşmaya başladı. Diğerleri, köye dair ortak bir konu açtı. Bu sırada Sabri, başını tekrar bize çevirdi.

      “Bu sene adanın kalabalığı ne?” dedi. Saat dokuz olunca kalabalıktan sokağa çıkılmıyor, piyasa için köydeki arabalar yetmemeye başlamış. Henüz nisanın sonu olmasına rağmen boş ev kalmamış.”

      Bunun üzerine herkes rastgele bir söz söyleyerek konuşmaya devam etti.

      “Ah, bu sene bahar ne kadar güzel oldu. Mart da mart değil, hazirana benzer şekilde geçti.”

      “Bu sene mevsimler değişmiş diyorlar.”

      “Ah, işte bu tuhaf! Demek bu sene tamamen harika geçecek. Belki bunun Macit’in içine kapanmasıyla da bir ilgisi vardır.”

      Macit gülerek: “Bari benim yanımda, burada benden konuşmayı bırakınız canım. Yalnızken benden başka bir şey konuşmadığınızı biliyorum, bari burada bırakınız.”

      Bu sırada kapının zili tekrar çaldı. Pencerenin önünde oturanlardan biri, “Ooo, Cemil geldi,” dedi.

      Hizmetçi kadın, daha önce verilen emrin artık geçerli olmadığını anlamıştı, kapıyı ona da açtı. Cemil, içeri girdi. Kapının önünde durarak bir reverans yaptı, sonra bir ayağının üzerinde bir kere döndü ve gülümseyerek, “Şık mıyım?” diye sordu.

      Cemil’in birinci merakı güzel giyinmekti. Bunu hakkıyla başarır, her gün özenli ve yeni kıyafetlerini herkese göstermekle kalmaz, bunun yüzüne de söylenmesini ve bir söylenti halinde herkese yayılmasını isterdi.

      Nuri, bu soruya hemen cevap verdi. “Ne demek civanım, ne zaman şık değilsin ki?”

      Sabri, kendine özgü bir cüretkârlıkla, “Cemil,” dedi, “O kadar caziben var ki kadın olsam ve senin nasıl değersiz bir adam olduğunu bilmesem, senin için deli olurdum.”

      Kıyafet konusunda gayet becerikli ve başarılı olan Cemil, dil konusunda bu becerikliliği hiç gösteremezdi. Bunun için bu saldırıya yalnız, bir “Ooo!” ile karşılık verdi, fakat onun yerine Nuri, “Ey zavallı! Senin bir şeyden haberin yok. Herkes, onu senin gibi bilmez. Onun için, onun tatlı gözleri ve şıklığı için sabaha kadar uyumayan ne güzel kadınlar var bilsen.”

      Macit, kendini tutamadı. “Yahu, Cemil’e iftira etmeyiniz. O, kadın sevsin, bu mümkün değil. Cemil’in kalbi yalnız bir sevgi bildi; o, yalnız kıyafetlerini, boyunbağlarını, gömleklerini, potinlerini sever. Kadına, aşkıyla onu şıklaştıramayacak kadına Cemil’in ihtiyacı yoktur.”

      Cemil, artık bu kadarına tahammül edemedi. “Onu da kim söylemiş? Siz beni sadece burada görüyorsunuz, beni göğsümde nefis bir gardenyayla Mulen Ruj’da3 görmeliydiniz. Vallahi billahi yüzlük banknotları sigara kâğıdı gibi bükerek çalgıcılara fırlatırdım. Ben bu memleketin, bu hayatın adamı değilim ki. Ben o hayat için doğmuşum. Zevk için, israf, eğlence, içki için… Ben böyle bir adamım. Başka bir şeyin bana gereği yok!”

      “Ya para? Avrupa’da öyle yüzlük banknotları çalgıcılara atmak için insanın hiç değilse bir milyarder torunu olması gerek.”

      Cemil, tatlı bir gülümsemeyle, “Onu da bu hafta buluyorum, merak etmeyiniz. Bir hafta sonra Cemil buradan, ‘Azat buzat Paris’te beni gözet’4 olacak. Prens Cemil’den mektup aldım, tekrar barıştık. Bilseniz, bir gün ‘Sana bu para iki ay yetişir artık,’ diye bana beş yüz lira vermişti. İşin tuhafı, ben bu beş yüz lirayı altı günde bitirip de tekrar ondan para istemiştim.”

      Sabri, Macit’e manalı manalı baktı. “Aman Cemil etme be! Bak köyün en tatlı mevsimindeyiz. Gel bizi bırakıp gitme. Bak, Sırrı Paşa’nın kızı da dün Beyrut’tan gelmiş. Bu sene senin sayende güzel bir yaz geçirelim.”

      Bu



<p>2</p>

Atlı asker, subay

<p>3</p>

Molulin Rouge: Paris’te gece kulübü. 1889’dan bu yana faaliyet göstermektedir.

<p>4</p>

Eskiden, duasının kabul olması için adakta bulunanlar, duasının kabul olmasının ardından esirleri özgür bırakırlardı. Esir özgür bırakamayanlar ise kuş pazarlarından kuş satın alarak azat ederlerdi. Bunlara adak kuşları denirdi. Satın aldıkları kuşu ya da kuşları gökyüzüne bırakırken, “Azat buzat beni cennet kapısında gözet!” diye tekrarlarlardı. “Buzat” sözcüğü Türkiye Türkçesi ağızları sözlüğünde “bir şey” olarak tanımlanmıştır.