Uğultulu Tepeler. Эмили Бронте

Читать онлайн.
Название Uğultulu Tepeler
Автор произведения Эмили Бронте
Жанр
Серия
Издательство
Год выпуска 0
isbn 978-625-6486-54-6



Скачать книгу

dizilmiş gümüş maşrapalar, ibrikler, kalaylı sahanlar, hem ışığı hem de ısıyı yansıtarak tavana kadar yükseliyordu. Tavan kaplı değildi, olduğu gibi çıplak bırakılmıştı. Yalnız bir kısmına çakılmış tahtalara asılı sığır, koyun, domuz butları tavanı örtüyordu. Ocağın üstünde çeşit çeşit eski korkunç tüfekler, bir çift horozlu tabanca vardı. Süs olsun diye de rafa cicili bicili çay takımları sıralanmıştı. Döşeme düzgün beyaz taştandı; iskemleler, yüksek arkalıklı, kaba görünüşlüydüler, yeşile boyanmışlardı. Koyu renkli birkaç tanesi de karanlık köşelere gizlenmiş duruyordu. Kap kacak tezgâhının altındaki kavisli bölümde, koyu kahverengi iri bir dişi av köpeği mızıldanan yavruları arasında uyukluyordu. Öbür köşelerde de başka köpekler siftinip duruyorlardı.

      Bu daire, eşyalar; kuzeyde doğmuş, büyümüş, kısa pantolonlu, inatçı görünüşlü kendi hâlinde bir çiftçiye ait olsaydı şaşılacak bir yeri bulunmazdı. Tam zamanında yani akşam yemeğinden hemen sonra şu tepelerde, sekiz-on kilometre dolaşırsanız böyle bir kimseyi, koltuğuna oturmuş, önündeki yuvarlak masada duran köpüklü birasını içerken görebilirsiniz. Fakat Bay Heathcliff, çevresiyle de yaşayışıyla da tam bir tezat meydana getirmektedir. Dış görünüşüyle kara bir Çingene’den farksızdır ama giyimiyle, davranışlarıyla kibar bir beyi andırır. Yani bir köy ağası ne kadar kibar olabilirse o kadar… Biraz şapşal görünürse de dimdik, biçimli vücudu yüzünden kayıtsızlığı göze batmaz. Bazıları onun bir hayli kaba, gururlu bir adam olduğunu düşünebilirler. Ben, içten gelen bir duyuşla, durumun hiç de öyle olmadığını sezinliyorum. Biliyorum ki onun içine kapanık olması duygularını belli etmekten, karşılıklı nezaket gösterilerinde bulunmaktan hoşlanmamasından ileri geliyor. Onun sevgisi de nefreti de aynı derecede gizli olacaktır fakat yeniden sevilmeyi de nefret edilmeyi de bir nevi küstahlık gibi görecektir. Hayır, ben de fazla ileri gidiyorum, kendi özelliklerimi hiç çekinmeden ona mal ediyorum. Belki de benim gibi ileride tanıdığı olacak birine, hemen elini uzatmayışının çok daha başka sebepleri var. Yaradılış bakımından pek kimseye benzemediğime inanmak isterim; sevgili anacığım da hiçbir zaman rahat bir yuvaya kavuşamayacağımı söyler dururdu, böyle bir yuvaya layık olmadığımı da daha geçen yaz ispat ettim.

      Deniz kıyısında, güneşli havaların tadını çıkarmaya çalışırken pek şahane bir yaratıkla tanışmıştım. O, benimle ilgilenmedikçe gerçek bir tanrıçaydı. Aşkımı asla sözlerle açıklamamıştım ama bakışların da bir dili varsa dünyanın en aptal insanı bile benim bakışlarımdan ona, deli divane âşık olduğumu anlayabilirdi. En sonunda o da beni anladı, bakışlarıyla cevap verdi. Hem de bakışların en tatlısıyla… Peki, ya ben ne yaptım? Utanarak itiraf ediyorum, buz gibi kesilip tıpkı bir salyangoz gibi kabuğuma çekildim. Her bakışım, biraz daha soğuk biraz daha uzaktı. Sonunda, zavallı masum yavrucak duygularından şüphelenmeye başladı, yaptığı hatanın verdiği şaşkınlık içinde, oradan uzaklaşmaları için annesini zorladı. Durumun böyle ilginç bir şekil almasıyla da kalpsiz damgasını yedim. Bunu ne kadar hak etmediğimi de ancak ben bilirim.

      Ocak taşının yanında, ev sahibimin yöneldiği sandalyenin karşısında bir sandalyeye oturdum; aradaki sessizliği, yavrularının yanından uzaklaşan dişi köpeği okşayarak geçiştirmeye çalıştım. Köpek de dudakları kıvrılmış, beyaz dişleri sulanmış, tıpkı bir kurt gibi ayağımın arkasını ısırmaya hazırlanıyordu. Benim okşayışım, köpeğin uzun uzun hırıldamasına sebep oldu.

      Bay Heathcliff köpeğin hırıltısından farksız bir sesle: “Hayvanı rahat bıraksan iyi olur!” dedi. Ayağıyla köpeğe bir tekme vurarak hayvanın şiddet gösterisini önledi. “Şımartılmaya alışık değildir. Zaten süs köpeği olarak beslenmiyor.” dedi. Sonra yan kapıya giderken tekrar bağırdı:

      “Joseph!”

      Joseph, kilerin derinliğinden anlaşılmaz bir şeyler geveledi ama yukarı çıkmaya da hiç niyeti olmadığı belliydi. Bunun üzerine efendisi, beni o dişi canavarla, ayrıca benim her hareketimi kıskanç bakışlarla gözlemeyi bu dişi köpekle paylaşan bir çift çoban köpeğiyle baş başa bırakıp aşağıya indi.

      Hayvanların köpek dişleriyle ilişki kurmaya pek meraklı olmadığım için gık demeden, kımıldamadan oturdum ama onların sessiz hareketlerden pek bir şey anlamayacaklarını tahmin ettiğim için, üçlü gruba kaş oynatıp göz kırpmaya başladım. Yüzümün aldığı şekillerden biri, köpek hanımı pek rahatsız etmiş olacak ki birden öfkeyle kucağıma atladı. Onu geri itip hemen masanın arkasına çekildim. Bu olay, bütün sürüyü ayağa kaldırmıştı. Yarım düzine, değişik boyda, değişik yaşta dört ayaklı canavarlar, saklandıkları köşelerden çıkıp ortaya geldiler. Topuklarımın, paltomun eteklerinin saldırıya uğradığını hissediyordum. Saldırıların şiddetlice olanlarını ocağın demiriyle, gücüm yettiği kadar önlemeye çalışıyordum, bir yandan da huzura kavuşmak için ev halkından yardım istemek amacıyla bağırmaya başlamıştım.

      Bay Heathcliff’le uşağı, kilerden insanı çıldırtacak derecede büyük bir soğukkanlılıkla çıktılar. Ocakbaşında müthiş bir vaveyladır koptuğu hâlde, onların her zamankinden birazcık daha hızlı yürüdüklerini sanmıyorum.

      Neyse ki mutfağın sakinlerinden biri; eteğinin bir ucu beline sokulmuş, kolları çıplak, yanakları fırın ateşinden kızarmış, şişman bir kadın, elindeki tavayı sallayarak geldi. Zehir gibi diliyle tavasını silah olarak kullandı da fırtına diniverdi. Efendisi sahneye geldiği zaman da kadın, odanın ortasında fırtınadan sonra dalgalanan deniz gibi kabara kabara nefes alıp veriyordu.

      Evin beyi, hele beni o kaba karşılayışından sonra güçlükle dayanabileceğim bir tavırla yüzüme bakarak sordu:

      “Ne herzeler yeniyor burada?”

      “Ne herzeler yenmiyor ki!” diye mırıldandım. “Cin çarpmış bir domuz sürüsü bile sizin şu hayvanlarınızdan daha kötü ruh taşıyamaz, Beyefendi. Misafirlerinizi aç kaplanların ortasına bırakırsanız daha iyi edersiniz.”

      Şişeyi önüme koyup masayı düzeltmeye çalışırken:

      “Onlar hiçbir şeyi ellemez, kimselere dokunmazlar.” dedi ve ekledi.

      “Köpeklere uyanık olmak yaraşır. Bir bardak şarap içer misiniz?”

      “Hayır, teşekkür ederim.”

      “Isırmadılar ya?”

      “Öyle bir şey olsaydı ısıranın hesabını görürdüm.”

      Heathcliff rahatlayarak gülümsedi:

      “Hadi hadi! Bay Lockwood…” dedi. “Korktunuz. Azıcık şarap için. Bu eve misafir o kadar seyrek gelir ki ben de köpeklerim de onlara karşı nasıl davranacağımızı bilemeyiz. Sağlığınıza, efendim.”

      Başımı eğdim, bu temenniye aynen karşılık verdim. Bir alay adi köpeğin adice davranışına küsüp oturmanın budalalık olacağını anlamaya başlamıştım. Sonra, bu adamın benimle fazla eğlenmesini de istemiyordum, çünkü hâlinden bunu sezmiştim.

      O da herhâlde iyi bir kiracıyı kızdırmanın saçma bir iş olduğunu düşünmüştü ki sizli bizli konuşmayı bırakmış, beni ilgilendireceğini tahmin ettiği konularda samimi bir ifadeyle konuşmaya başlamıştı. Konu da benim herkesten uzak yaşamak için seçtiğim bölgenin iyi ya da kötü taraflarıydı.

      Değindiğimiz konularda onun çok bilgili olduğunu fark ettim. Eve gitmek üzere ayrılmadan önce de ertesi gün onu tekrar ziyaret edebileceğimi söylemek cesaretini buldum.

      Kendisini tekrar rahatsız etmemi istemediği muhakkaktı. Fakat ben gene de gideceğim. Onun yanında ben kendimi