Название | Ay’a Yolculuk |
---|---|
Автор произведения | Жюль Верн |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 978-625-6485-62-4 |
V. BÖLÜM
AY’IN HİKÂYESİ
Dünya’nın çevresinde döndüğü o bilinmez merkezde duran ve inanılmaz keskin bir görüşe sahip bir gözlemci olsaydı, evrenin kaos dönemi boyunca uzayı kaplayan milyonlarca atomu görebilirdi. Asırlar geçtikçe yavaş yavaş bir değişim meydana geldi. Çevredeki tüm atomların boyun eğdiği bir çekim kuvveti oluştu. Bu atomlar kimyasal eğilimlerine göre birleşti ve molekülleri meydana getirdi, gökyüzüne serpiştirilmiş olan nebula kümelerini oluşturdu.
Bu kümeler oluşur oluşmaz kendi merkezleri etrafında dönmeye başlamışlardı. Belirsiz moleküllerden oluşan bu merkez, kademeli olarak yoğunlaşması esnasında kendi ekseninde döner olmuştur. Ve mekanik biliminin değişmez kuralları gereği, hacmi küçüldükçe dönme hızı artmıştır ve bu etkinin devam etmesiyle sonuçta bulutsu kümenin içinde tek bir ana yıldız doğmuştur.
Yukarıda bahsi geçen hayalî gözlemci, dikkatle incelerse yığının diğer moleküllerinin de merkezdeki yıldız gibi hareket ettiğini, yoğunlaşarak daha da hızlı dönmeye başladığını ve merkez yıldızın etrafında sayısız farklı yıldız oluştuğunu görürdü. Günümüzde gök bilimcilerin 5.000 kadar olduğunu belirttiği nebulalar böyle oluştu.
Bu 5.000 nebula arasında, her biri kendi Güneş Sistemi’nin merkezi olmuş on sekiz milyon yıldızın barındığı Samanyolu da vardır.
Eğer gözlemcimiz bu on sekiz milyon yıldız arasında en gösterişsiz ve en sönük olanlarından birini, yani bir dördüncü sınıf yıldızı, kibirli bir ifadeyle Güneş denileni yakından incelerse evrenin oluşumunda yer alan tüm olaylar teker teker önünde canlanır. Aslında, bu Güneş’i hâlen gaz hâlindeyken ve hareketli moleküllerden oluşmuş vaziyetteyken, yoğunlaşmak için kendi etrafında dönerken görebilir. Mekanik yasalarına uyan bu hareket, hacmin küçülmesiyle hızlanır ve belli bir zamanda molekülleri merkeze süren merkez güç, merkezkaç kuvveti tarafından aşılır.
O zaman gözlemcimizin gözü önünde başka bir olay meydana gelir; Güneş’in tam orta düzleminde dizili olan moleküller ipi kopan bir sapandan fırlamışçasına gidip Güneş’in etrafında Satürn’ünkine benzer birden çok orta merkezli halka meydana getirir. Kendi etrafında dönen kozmik madde niteliğindeki bu halkalar da merkezdeki kitle etrafında dönmeye başlar ve ikinci derece bulutsular hâlinde kırılıp çözülürler, yani birer gezegen hâlini alırlar. Bu gezegenlerin de hepsi bir veya iki halka ortaya çıkarır ki bunlar da bizim uydu olarak adlandırdığımız ikincil kütlelerin kaynağı olur.
Böylelikle, atomdan moleküle, molekülden bulutsu kütleye, ondan ana yıldıza, yıldızdan güneşe, güneşten gezegene, oradan da uyduya; Dünya’nın ilk gününden itibaren gökyüzünde olan olayların tümüne şahit olmuş oluruz…
Güneş yıldızlar âleminde kaybolmuş gibi görünse de hâlihazırdaki bilimsel teorilere göre Samanyolu adlı bulutsuya bağlıdır. Bir sistemin merkezinde olan Güneş, esirimsi alanların ortasında ne kadar küçük görünürse görünsün aslında çok büyüktür. Yerkürenin 1.400.000 katıdır. Kâinatın ilk dönemlerinde kendi derinliklerinden çıkmış sekiz gezegen döner çevresinde. Bunlar isimleri kendisine en yakından en uzağa şöyledir: Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün. Ayrıca, düzenli olarak Mars ile Jüpiter arasında dolaşan daha küçük gezegenler de vardır. 97 tane olduğu teleskopla tespit edilmiş olan bu gezegenlerin kırılıp da binlerce parçaya ayrılmış bir yıldızdan koptuğu düşünülebilir.
Çekim gücüyle Güneş’in yörüngesinde kalan bu “katılımcı”ların birkaçının kendi uyduları vardır: Uranüs sekiz, Satürn sekiz, Jüpiter dört, Neptün büyük ihtimalle üç ve Dünya da bir uyduya sahiptir. Bu sonuncu ve Güneş Sistemi içinde en önemsiz olana Ay diyoruz ki işte girişimci Amerikan zekâsı onu fethetmek için yola çıkmıştır!
Ay, görece yakınlığı ve farklı evrelerinde sürekli değişen görüntüsüyle Güneş’le beraber insanoğlunun dikkatini çekmiştir hep. Fakat Güneş’e bakmak insanın gözlerini yorar; ışığının parlaklığı bakan gözleri yere indirir.
Buna karşılık sarışın Phoibe, insanları daha çok sevdiğinden mütevazı zarafetiyle kendisini gösterir. Zevkle seyredilir, pek hırsı yoktur fakat ara sıra kardeşi Apollon’a baskın çıkmaya kalkıştığı olur, hem de kendisini hiçbir zaman onun gölgesinde bırakmaksızın. Müslümanlar, Dünya’nın bu sadık dostunun kıymetini bildiklerinden aylarını onun hareketine göre ayarlamışlardır.
İlk insan toplulukları bu erdemli tanrıçaya özgü bir ibadet geliştirmişlerdir. Mısırlılar ona İsis, Fenikeliler Astarte derler. Yunanlılar ona Leto ile Zeus’un kızı Phoibe diye taparlardı. Ay tutulmasının açıklaması onlara göre Diana’nın yakışıklı Endymion’a yaptığı ziyaretlerdi. Mitolojik efsanelere bakılırsa Nemea aslanı yeryüzüne gelmeden önce Ay’daki kırları dolaşmıştır ve Plutarkhos’ta adı geçen Ozan Agesianax, güzel Selene’in o tatlı bakışlarını, o hoş burunla nazik ağzını dizeleriyle yücelmiştir.
İlk Çağ’daki insanlar ayın karakterini, tabiatını, kısacası mitolojik açıdan manevi özelliklerini iyice kavramışlardır ama en bilgilileri bile selenogrofi bakımından çok cahildir.
Yine de geçmişteki birçok gök bilimcinin bulduklarını günümüzün bilimi doğrulamaktadır. Arkadyalılar Ay’ın var olmadığı bir zamanda yeryüzünde yerleştiklerini iddia etmişlerdir, Tatius Ay’ı Güneş’ten kopmuş bir parça olarak görmüştür; Aristo’nun öğrencisi Klearkhos onu üzerine okyanus imgeleri yansıyan ayna yapmıştır; bazıları da onun yerküreden yayılan buharların oluşturduğu ve kendi çevresinde dönen bir yığın olduğunu söylemişlerdir ancak hiçbir optik alete sahip olmayan birkaç bilgin Ay’ın yasalarını sezmişlerdir.
Bunlardan Miletli Tales MÖ beşinci yüzyılda, Ay’ın ışığını Güneş’ten aldığını söylemiştir, Samoslu Aristarkhos ise Ay’ın evrelerinin gerçekçi bir açıklamasını yapmıştır. Kleomena ayın parlamasının sebebinin yansıyan bir ışık olduğunu öğretmiştir. Kaldeli Berosos, yerküre çevresinde dönüşüyle kendi çevresinde dönüş sürelerinin aynı olduğunu göstermiş ve böylece Ay’ın hep aynı yüzünü gördüğümüzü belirtmiştir. Hipparkhos ise Hristiyanlığın ortaya çıkışından iki yüz yıl evvel uydumuzun devinimlerinde bazı düzensizlikler gözlemlemiştir.
Bütün bu gözlemler yıllar sonra ispatlanmış ve yeni gök bilimcilere faydası dokunmuştur. Hipparkhos’un, Ay’ın dalgalanımlı yörüngesinde seyrederken Güneş’in etkisine maruz kalıp birtakım düzensizlikler sergilemesi konusundaki kaydettiklerini, ikinci yüzyılda Ptolemaios, onuncu yüzyılda Arap âlimi Ebul Vefa tamamlamışlardır. Daha sonra on beşinci yüzyılda Kopernik ve on altıncı yüzyılda Tycho Brahé, Dünya’nın içinde bulunduğu sistemi ve Ay’ın gök cisimleri arasındaki konumunu açık bir şekilde meydana koymuşlardır.
Galileo’dan önce Ay’ın hareketleri büyük ölçüde belirlenmişti, buna rağmen fiziki özellikleri hakkında bilinenler azdı. Ay’ın belli evrelerindeki ışık olaylarını dağların varlığıyla açıklayan ve bu dağlara ortalama olarak 27.000 fitlik bir yükseklik biçen Galileo olmuştur. Ondan sonra, Dantzig’li bir gök bilimci olan Hévelius, bu yüksekliği 15.000’e çekmiştir fakat Riccioli’in hesaplamaları bu yüksekliği yeniden 21.000 fitlere çıkarmıştır.
18. yüzyılın sonuna doğru Herschel, gayet güçlü bir teleskobun yardımıyla bu bahsi geçen rakamları en üst seviyede 11.400 fit olarak