Bostan. Şeyh Sadi Şirazi

Читать онлайн.
Название Bostan
Автор произведения Şeyh Sadi Şirazi
Жанр
Серия
Издательство
Год выпуска 0
isbn 978-625-6865-08-2



Скачать книгу

toplayıp bıraktıkları değil beraber götürdükleri (hayır için sarf ettikleri) işe yarar.

      İnsanların ıstırapları mukabilinde mesut olan insanlar, şu yaşadıkları üç beş gün içinde ne safa sürebilirlerse onunla kalırlar.

      İşin Zevali, Mülkün İntikali Hakkında Hikâye

      İşittim ki, Mısır’da büyük bir beyin ömrünün gününe ecel asker sürmüş. O parlak yanağındaki güzellik gitmiş, gün sonunda sararan güneşe dönmüş.

      Mısır’ın ukala ecele ilaç olmadığını bildirdikleri için “Eyvah! Beyimiz ölecek!..” diye dövünüp duruyorlarmış.

      Her taht, saltanat zevale varır. Zeval görmeyen bir saltanat varsa Allah’ın saltanatıdır.

      İşittim ki, ömrü gününün geceye yaklaştığını gören bey, kesik kesik, titrek bir sesle şöyle demiş:

      “Mısır’da benim gibi aziz birisi yoktu. Fakat netice bu olunca anladım ki ortada bir şey yokmuş.

      Cihanı yığdım, meyvesini yiyemedim. Şimdi hepsini bıraktım; âciz fakirler gibi gidiyorum.”

      Aklı başında olan insan dünyayı kendisi için toplar. Hem yer hem bağışlar.

      Bir işe çalış ki öldükten sonra seninle beraber kala. Çünkü senden geriye kalan senin değildir. Sen yalnız onun hasretini ve ziyan korkusunu çekersin. Zengin adam, hayatını eriten döşekte (ölüm yatağında) bir elini uzatır, birini çeker. O zaman söylemeye kudreti olmadığından fikrini sana eliyle anlatmak ister. Yani: “Bir elini lütuf ve ihsan ile uzat; öteki elini de zulümden, hırstan, tamahtan çek.” demek ister.

      Arkadaş! Şimdi elinden gelirken iyilik yap. Yoksa yarın kefeni yırtıp elini çıkaramazsın.

      Ay, Ülker, Güneş nice zaman parlayacak; sen ise lahit yastığından başını kaldıramayacaksın.

      Kızılarslan’ın Bir Âlim ile Hikâyesi

      Kızılarslan, sarp bir kaleyi zapt etti. Öyle kale ki, Elvent Dağı ile boy ölçüşürdü; kimseden korkusu, bir şeye ihtiyacı yoktu. Yoluna gelince, gelin hanımların zülfü gibi, büklüm büklüm idi.

      Bu kale, nadir bulunur bir bahçenin üzerinde idi. Sanki lacivert bir tabak içinde bir yumurta idi.

      İşittim ki, huzura mübarek bir zat, uzak yoldan, şahın yanına gelmiş, dolaşmış, hünerli gayet fasih, iş bilir, hakim, güzel konuşur, çok bilen birisi imiş.

      Kızılarslan, ona sormuş: “Çok yerler gezmişsinizdir. Böyle muhkem bir kaleyi nerede gördünüz?”

      O zat gülmüş: “Hoş kaledir.” demiş. “Fakat bence muhkem değildir. Senden evvel birtakım kudretli padişahların ellerine geçmedi mi? Onlar burada bir zaman oturup sonra bırakarak gitmemişler mi? Senden sonra da diğer padişahların ellerine geçmeyecek mi? Senin ümidinin ağacından onlar da yemiş yemeyecekler mi?”

      Pederinin zamanını, saltanatını yâd eyle de gönlünü teselli et. Felek pederini bir köşeye öyle oturttu ki bir pula hükmü geçmez oldu. Her şeyden, herkesten ümidini kesince, Cenabıhakk’ın lütfuna bağlandı.

      İyi düşünen insanın yanında dünya çer çöp gibi değersizdir. Çünkü her zaman başka kimseye mekân olmuştur.”

      Hikâye

      Acem ilinde bir meczup, Kisra’ya şöyle demiş: “Ey Cem mülkünün vârisi! Eğer saltanat, taht Cem’e kalsaydı, sana nasıl nasip olurdu?

      Karun’un bütün hazinelerini ele geçirsen ancak bağışladığın kısmını götürmüş olursun; kalanı burada kalır.”

      Ne zaman ki Alparslan canını, onu vermiş olan Allah’a verdi; şahlık tacını oğlunun başına giydirdiler onu da tahtından alıp toprağa gömdüler.

      Evet, dünya felaket oklarına nişangâh olduğu için oturup duracak yer değildir. Buraya gelen kalmaz, gider.

      Alparslan’ın oğlu tahta çıktıktan sonra, bir gün, ata binmiş gidiyordu. Bir akıllı divane onu gördü, şöyle dedi “Baş aşağı olası, yıkılası. Bu dünya saltanatı ne tuhaf şeydir. Babası gibi, oğlu da ayağı üzengide (gitmek üzere). Dünya böyledir, çabuk geçer. Zaman vefasız, sebatsızdır. İhtiyar birisi gününü bitirince bir talihli, beşikten başını kaldırır.”

      Cihana gönül verme ki, sana yabancıdır. Çalgıcıya benzer. Her gece başka bir evde geceler.

      Her gece başka birisinin koynunda yatan kadın, dilber de olsa aşka, gönül vermeye layık değildir.

      Bu yıl, köy senin iken iyilik yap; çünkü gelecek yıl köy başkasının olacaktır.

      Bir hakim, Keykubad’a: “Saltanatına zeval ermesin.” diye dua etti.

      Büyük bir zat bu duaya kusur buldu: “Hakim olan zatın böyle söylemesine şaşarım. Dediği şey muhaldir. Hakime yaraşmaz bir sözdür. Feridun gibi, Dahhak gibi, Cem gibi Acem şahlarından hangisinin saltanatına zeval ermemiştir? Kimse burada ebedî kalmıyor. Kalmayınca bunu istemek manasızdır.” dedi.

      Duayı etmiş olan hakim cevap olarak şöyle dedi: “Hakim olanlar akla, fikre, mantığa uymaz söz söylemezler. Ben o duayı ettimse onun için ebedî ömür istemedim; hayra muvaffak olmasını temenni ettim. Eğer padişahımız âbid, salih yaşar; doğru yolu bilir, hak sözü işitirse, bu dünya mülkünden yüz çevirince, otağını öbür mülkte kurar. Şu hâlde padişahımın saltanatı zevale uğramamış, belki bu âlemden öbür âleme intikal etmiş olur.”

      Bir padişah, âbid ise ölümle onun bir şeyi eksilmez.

      O öbür dünyada da padişahtır.

      Hazinesi, fermanı, ordusu, şevketi, şanı olan, her istediğini elde eden, güzel yaşayan bir padişah, eğer iyi huylu ise o her zaman mesut ve bahtiyardır. Eğer fakirlere karşı zalimane hareket ederse süreceği sefa ancak bu yaşadığı üç beş güne münhasır kalır. Firavun, kötülüğü bırakmadığı için mezarının başına kadar saltanat sürebildi.

      Gör Padişahının Hikâyesi

      İşittim ki, Gör padişahlarından birisi, zor ile köylünün eşeklerini angaryaya tutturdu. Zavallı eşekler yem verilmediğinden, ağır yükler altında bir iki gün içinde telef olurdu.

      Kendisini beğenen bir alçağın evinin damı, başkalarının damından yüksek ise aşağı damlara işer. Süprüntü atar.

      İşittim ki, o zalim padişah bir kere av için şehirden dışarı çıkmış; bir av görmüş, atını dörtnala sürmüş; bu süratle akşam olmuş; yanındaki insanlardan uzak düşerek yalnız kalmış. Yol iz bilmediği için şaşırmış. Nihayet bir köy görerek oraya inmiş.

      Köyde insan tanır, adam sarrafı eski hocalardan bir ihtiyar varmış. Çocuğuna şöyle diyormuş: “Oğlum, yarın şehre gideceksin, ama sakın eşeği beraber götürme. Yayan git. Çünkü taht üzerinde değil, tabut üzerinde görmek istediğim şu uğursuz, bedbaht padişah, şeytana kul olmuş, beline kul kemerini bağlamış; zulmünün elinden halkın feryadı göklere yetişmiştir. O günahkâr, pis, murdar herif gebermedikçe, cenazesinin arkasından lanetler savrularak cehenneme gitmedikçe; şu koca iklimde onun yüzünden kimsenin gözü rahat, huzur, ferah görmeyecektir.” (Senin de eşeğini zapt edeceği muhakkaktır.)

      Çocuk şöyle dedi “Muhterem babacığım yol uzak, hem çetin; yayan gidemeyeceğim. Fakat eşeği vermek de istemem. Aklın fikrin fazla, reyin parlaktır. Bir çare bul. Hem eşeği götüreyim hem de almasınlar.”

      Baba biraz düşündükten