Название | Binbir Gece Masalları |
---|---|
Автор произведения | Неизвестный автор |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 978-625-6865-10-5 |
Şehrime vardığımda arkadaşlarım ve ailemle bir araya geldim. Fakirlere sadaka, dostlarıma hediyeler verdim. Sonra yiyip içmeye, en güzel kıyafetlerimi giyerek mesut bir hayat yaşamaya başladım. Arkadaşlarımla vakit geçirmek, çektiğim bütün sıkıntıları unutturmuştu bana. Artık hayatın tadını çıkarabiliyordum. Huzurlu bir kalp ve rahat bir kafa ile birlikte… Geri dönüşümü duyan herkes, bana maceralarımı ve gittiğim ülkelerde gördüklerimi soruyordu. Ben de onlara başıma gelenleri ve çektiğim sıkıntıları anlattım. Dostlarım bir yandan hikâyeme hayret ediyor diğer yandan sağ salim gelişime seviniyorlardı.
İşte bu, ikinci yolculuğumun hikâyesi.. Yarın inşallah üçüncü yolculuğumda başıma gelenleri anlatacağım.”
Herkes Denizci Sinbad’ın hikâyesine hayret etmiş. Hep birlikte yemek yedikten sonra Denizci Sinbad, Hamal Sinbad’a yüz dinar verilmesini emretmiş. O da parayı almış ve eve gidinceye kadar hayır duaları okumuş. Bu arada duyduklarına şaşırmaktan da kendini alamıyormuş. Ertesi sabah gün doğar doğmaz uyanmış ve sabah namazını kıldıktan sonra Denizci Sinbad’ın evine doğru yol almış. Hayırlı sabahlar dileyerek içeri girmiş. Tüccar da onu yanına oturtmuş. Herkes gelip de yemeklerini yedikten sonra ev sahibi şöyle demiş:
“Şimdi size anlatacaklarım, daha önce duyduklarınızdan bile daha ilginç. Dinleyin kardeşlerim. Gizleneni de açıklananı da sadece yüce Allah bilir.”
DENİZCİ SİNBAD’IN ÜÇÜNCÜ YOLCULUĞU
“Size dün anlattığım gibi ikinci yolculuğumdan büyük bir sevinçle dönmüştüm çünkü sıhhatim yerindeydi ve servetim daha da artmıştı. Bütün kayıplarımın karşılığını yüce Allah telafi etmişti. Rahatlığın ve zenginliğin lezzetini doyasıya yaşayarak bir süre daha Bağdat’ta kaldım fakat bir zaman sonra nefsim beni ele geçirdi ve yolculuğa çıkıp maceralar yaşamak hevesine kapıldım. Daha fazla servet biriktirme isteğine de engel olamıyordum. Ne de olsa insan doğası açgözlülüğe meyillidir… Böylece kararımı verdim. Çeşit çeşit yolculuk malzemesini hazırladım ve Basra’ya doğru yola çıktım. Orada yolculuğa çıkmaya hazır bir gemiye rastladım. Yolculuk, daha ziyade farklı ülkelerde ticaret yapmak isteyen tüccarlar için düzenlenmişti ve bu adamlar sağlam, imanlı, takva sahibi kişilerdi. Onlarla birlikte gemiye bindim. Yüce Allah’ın rızası ve yardımıyla yolculuğumuzun sağ salim geçmesini diledik. Birbirimize hayır duaları okuduk ve yolculuğumuza başladık. Büyük bir neşe ve memnuniyetle farklı denizleri, adaları ve şehirleri gezdik. Hepimiz kendi ticaretimizle meşgul olduk ve böyle böyle yolculuğumuza devam ettik. Ta ki bir gün, denizde yol alırken devasa dalgalarla karşılaşıncaya kadar… Güvertede durup okyanusu inceleyen kaptanımız birden bağırıp dövünmeye, saçını sakalını yolmaya başladı. Büyük bir panik içindeydi ve derhâl yelkenlerin sarılıp demir atılmasını emretti.
‘Reis ne oluyor Allah aşkına?” diye sorduk.
‘Ah kardeşim! Allah yardımcımız olsun. Rüzgâra yenik düştük, bizi yolumuzdan uzaklaştırdı ve buralara, okyanusun ortasına sürükledi. Şu anda Maymunlar Dağı’nın oradayız. Burası maymuna benzeyen kıllı insanların yaşadığı bir yer. Bu insanlar öylesine vahşidir ki yanlarına yaklaşan, canlı çıkamaz. İçimden bir ses hepimizin öleceğini söylüyor.’
Kaptan cümlesini henüz bitirmişti ki birden karşımızda maymunları gördük. Çekirge sürüsü gibi geminin etrafını sardılar. ‘Korkunç’ kelimesi onları tanımlamakta aciz kalırdı. Yüzleri siyah kıllarla kaplı, pis, ufak tefek yaratıklardı. Dört karış boyları, sarı gözleri ve siyah yüzleriyle dillerini anlamak şöyle dursun kimse onların ne olduğunu bilmiyordu bile. Bu canavarlardan kaçıp da saklanmayacak insan yoktur! Onları öldürmeye ya da uzaklaştırmaya cesaret edemiyorduk çünkü sayıca üstünlükleri elimizi kolumuzu bağlamıştı. Her ne kadar malımızı mülkümüzü yağmalamalarından korksak da istediklerini yapmalarına izin verdik. Önce halatların üzerinden gemiye tırmandılar, sonra da kemirerek onları parçaladılar. Bunun üzerine rüzgâr bizi sürükledi ve gemi karaya oturdu. Maymunlar bizi yaka paça indirip gemiyle ve içindekilerle birlikte uzaklaştılar. Hiçbirimizin nereye gittiğimize dair en ufak bir fikri yoktu.
Böylece adada kalmaya başladık. Ağaçlardaki meyvelerden ve yerde biten otlardan yiyip derelerden su içtik.
Bir gün adanın ortasında bir ev gördük. Büyük bir hızla oraya doğru gittik ve uzaktan ev sandığımız yerin aslında kocaman bir kale olduğunu anladık. Etrafı geniş, sarsılmaz duvarlarla çevrili bu kalenin abanoz ağacından yapılma kapıları sonuna kadar açıktı. İçeri girdik ve geniş bir meydan gördük. Avlunun etrafında kapıları açık olan bir sürü oda vardı. Biraz ileride ise pirinç kaplama mutfak eşyalarıyla dolu kocaman bir tezgâh ve çok sayıda kemik gördük. Etrafımıza bakıp da kimseyi göremeyince merakımız bir kat daha arttı. Sonra bir süre avluda oturduk; uykumuz gelince de uyuduk. Öğleden akşama kadar uyumuştuk. Uyandığımızda aniden yer sarsılmaya başladı. Havada ürkütücü bir uğultu vardı ve kalenin tepesinden insan şeklinde korkunç bir yaratık üzerimize atladı. Hurma ağacı gibi iri yarı, gözleri yanan iki odun parçası gibi kırmızı, sivri dişli, simsiyah bir mahluktu. Ağzı neredeyse bir değirmen kadar büyüktü. Dudakları göğsüne kadar sarkıyordu. Elleriyse âdeta bir aslan pençesini andırıyordu. Hele o kulakları… Tarif edecek kelime bulamıyorum. Bu dehşet verici devi gördüğümüzde neredeyse bayılacaktık. Her geçen saniye korkumuz, katlanarak artıyordu. Bu endişe hepimizi öldürebilirdi.
Bir süre yürüdü ve yeri göğü inletip yüreğimizi ağzımıza getirdi. Sonra da tezgâhın üzerine oturarak şöyle bir bakındı. Bizleri fark eder etmez yanımıza geldi. Beni kolumdan sürükleyerek arkadaşlarımın arasından aldı ve bir süre inceledi. Âdeta bir kasabın keseceği koyunu yoklaması gibi… Yorgunluk ve sıkıntıdan zayıf düşmüştüm; beni yemeye değer bulmadı. Zayıf ve yağsız olduğumdan ağzına layık değildim belli ki… Beni bıraktıktan sonra başka bir arkadaşımı aldı ve tıpkı bana yaptığı gibi onu da incelemeye başladı. Aynı şekilde herkesi inceledi ve nihayet kaptanımızı gözüne kestirdi. Reis güçlü, kuvvetli, geniş omuzlu bir adamdı. Vücudu yağlıydı ve oldukça sağlıklı gözüküyordu. Bu hâliyle devin hoşuna gitmiş olacak ki yaratık onu yakaladı. Bir kasabın koyunu tutması gibi tuttu onu. Yere yatırdı ve ayağıyla boynunu kırdı. Sonra uzun bir şiş getirdi ve zavallı adamı şişe geçirdi. Sonra da alev alev yanan bir ateş yakıp şişlediği reisi çevirmeye başladı. Ta ki et kızarıncaya kadar… İyice piştiğine ikna olduğunda kebap gibi önüne koydu bizim kaptanı… Vücudundaki her bir uzvu parçaladı ve tıpkı bizim tavuk yerken yaptığımız gibi tırnaklarıyla derisini yüzüp yemeye başladı, sonra da kemikleri kemirdi. Zavallı kaptanımızdan geriye kalanı da duvarın öteki tarafına fırlattı. Bir süre oturduktan sonra taş tezgâha uzandı ve uyumaya başladı. Âdeta boğazı kesilmiş bir kuzuyu andırıyordu iğrenç devin horlama sesi. Sabah oluncaya kadar uyumaya devam etti. Sonra da yoluna gitti.
Gittiğine emin olduğumuzda konuşmaya başladık. Ağlayıp sızlayarak başımıza gelenlerden dert yanıyorduk birbirimize:
‘Keşke denizde boğulsaydık ya da maymunlara yem olsaydık… Bu kömürde yanarak pişmekten daha iyidir. Allah biliyor ya bu rezil, iğrenç bir ölüm şekli… Ama en nihayetinde Allah’ın dediği olur ve tek galip odur. Gerçekten de çok sefil bir şekilde