Название | Binbir Gece Masalları |
---|---|
Автор произведения | Неизвестный автор |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 978-625-6865-10-5 |
“Bil ki seni, beni kurtardığın için öldüreceğim.”
“Ey cinlerin şahı!” demiş balıkçı. “Ben iyilik ettim ve sen bana kötülükle karşılık veriyorsun. Hakikaten de eskiler doğru söylemiş:
Biz onlara iyilik ettik, onlar kötülükle karşılık verdiler
İşte benim hayatım… Kötülerin işi şu ki
Değersiz insanlara değer verirler
Yaşıyorlar Ummi Emir’in yaşadıklarını şimdi.”
Bunları duyan cin: “Bu kadar konuşma yeter! Şimdi seni öldüreceğim!” demiş.
Bunun üzerine balıkçı kendi kendine: Bu bir cin, bense Allah’ın akıl verdiği bir insanım. Şimdi zekâmla bu cini alt edeceğim ve kendi felaketini hazırlamasını sağlayacağım çünkü gücünü sadece kötülüğünden ve fenalığından alıyor, diye düşünmüş ve cine sormuş: “Gerçekten benim ölümüme karar verdin mi?”
Cinin “Hiç şüphen olmasın!” demesi üzerine şöyle demiş: “Öyleyse yüce Allah’ın adına ve Hazreti Süleyman’ın hatırına sana bir soru soracağım; bana doğru dürüst bir cevap verir misin?”
Allah’ın adını duyunca aklı karışan cin: “Sor bakalım.” demiş ve devam etmiş: “Sor ama kısa olsun.”
Balıkçı: “Elin ya da ayağın kadar bile olmayan bu küpün içine nasıl sığdın? Seni içine alacak kadar nasıl genişledi?” diye sormuş.
“Ne! Benim oradan çıktığıma inanmıyor musun?”
“Hayır, seni kendi gözlerimle onun içinde görmeden de inanmayacağım.”
Kötü ruhlu yaratık bir an için sallanmış ve buhara dönüşmüş. Buhar yoğunlaşmış ve sıkışarak küpün içine girmiş; ta ki iyice yerleşinceye kadar. Tam o sırada balıkçı, kurşun kapağı almış ve onunla küpün ağzını kapatmış.
Cine: “Sana ne tür bir ölüm ihsan etmemi istersin? Allah biliyor ki seni denize atacağım. Bu civarlara her kim gelirse burada balık avlamamasını söyleyeceğim. ‘Bu sularda bir cin yaşıyor ve onu kurtaran adama ölümlerden ölüm beğendiriyor, nasıl öldürülmek istediğini soruyor.’ diyeceğim.” demiş.
Bunları duyan cin, yeniden hapsolduğunu anlamış. Kaçmaya niyetlenmiş, fakat Süleyman’ın mührü ona engel olmuş. Balıkçının zekâsıyla kendisini kandırdığını ve yendiğini anlamış. Alttan alarak yumuşak bir sesle:
“Ama ben sana şaka yapmıştım!” demiş.
Adam ise ona şöyle cevap vermiş: “Sen yalan söyledin cinlerin en alçağı! Kötülerin kötüsü!..” Sonra küpü denizin kıyısına koymuş.
Cin: “Hayır, hayır!” derken o: “Evet, evet!” demiş.
Bunun üzerine kötü ruhlu yaratık alçak gönüllülükle sormuş: “Bana ne yapacaksın balıkçı?”
“Seni tekrar denize atacağım; bin sekiz yüz yıl boyunca evin olan yere… Hesap gününe kadar orada kalacaksın. Sana demiştim: ‘Canımı bağışla Allah da seni bağışlasın. Beni öldürme Allah da seni canına kastedenlerden uzak tutsun.’ Ama sen benim yalvarışımı kale almadın ve bana nankörlük edip benimle uzlaşmaya yanaşmadın. Şimdi Allah da seni benim ellerime düşürdü. Bil ki ben senden daha kurnazım.”
Cin: “Beni buradan çıkar, ben de seni zengin edeyim.” demiş.
“Yalan söyledin ve lanetlendin. Benim seninle olan durumum Şah Yunnan ile Bilge Duban’ın yaşadığı olaya benziyor.”
“Peki Şah Yunnan ile Bilge Duban kim?”
Balıkçı anlatmaya başlamış…
Şehrazat sabah olduğunu görünce masalını burada kesmiş, hükümdar da bu heyecanlı masalın devamını dinlemek için karısına o gün de bir şey yapmamış. Ertesi akşam Şehrazat masalına şöyle devam etmiş:
ŞAH YUNNAN İLE BİLGE DUBAN
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde Yunnan adlı bir şah, Fars ve Rum diyarlarında saltanat sürermiş. Muhafızları, müttefikleri, orduları, her milletten adamları olan güçlü ve zengin bir hükümdarmış. Fakat cüzzam denen illete, insanı mahveden ve hekimlerin tedavi edemediği o hastalığa yakalanmış. İksirler içmiş, tozlar yutmuş, merhemler kullanmış fakat hiçbiri işe yaramamış. Hiçbir hekim bu derde çare olamamış. Nihayet şehre büyük bir bilge hekim gelmiş. Vakti zamanında kendisi de hastalık çekmiş bir hekim… Bu adam Yunanca, Farsça, Latince, Arapça kitaplar okur, ülke ülke gezermiş. Astronomide ve insanları iyileştirme konusunda yetenekliymiş. İyi bir teorisyen olduğu kadar iyi bir pratisyenmiş de. Vücudu iyileştiren ve ona zarar veren şeyleri bilirmiş. Bütün bitkilerin, otların faydalarını ve zararlarını biliyormuş. Felsefe ile ilgilenir, tababet ilminin çeşitli dallarının dışında diğer ilimlerle de meşgul olurmuş.
Bu hekim birkaç günlüğüne şahın şehrine gelmiş. Öncesinde şahın hastalığından ve cüzzamdan dolayı -Allah’ın bir cezası olarak- çektiği acıdan haberdarmış. Hiçbir hekimin kendisini iyileştiremediğini, ona yardım edemediğini duymuş. Bunun üzerine gece boyunca uzun uzun düşünmüş. Şafak söküp de gün doğduğunda, güneşin bütün dünya güzelliklerini selamladığı vakitte en güzel kıyafetlerini giymiş ve Şah Yunnan’ın yanına gitmiş. Huzuruna vardığında yeri öpmüş, iktidarının ve zenginliğinin bekasını diledikten sonra: ‘Sultanım, başınıza gelenlerin haberi bana ulaştı. Duyduğuma göre koca bir hekim ordusu hastalığınızı tedavi etmeyi başaramamış ama ben sizi iyileştirebilirim. Fakat benim yöntemim biraz sıra dışı, size herhangi bir ilaç içirmeyeceğim ya da bir şey sürmeyeceğim.’ demiş.
Bunu duyan Şah Yunnan çok şaşırmış: “Bunu nasıl yapacaksın? Eğer beni iyileştirirsen Allah’a yeminler olsun ki ben de senin oğullarının oğullarını bile ihya edeceğim. Sana muhteşem hediyeler vereceğim ve istediğin her şey senin olacak. Dahası benim kadim dostum olarak her daim yanımda yer alacaksın.”
Şah, onu bir siropa1 ile ödüllendirmiş ve minnet duygusuyla ona sormuş: “Gerçekten beni ilaç ya da merhem olmadan bu illetten kurtarabilir misin?”
Duban: “Evet, sizi ilaçların ızdırabı ve sıkıntısı olmadan iyileştireceğim.” diyerek cevap vermiş.
Şah hayretler içinde kalmış ve: “Ey hekim, bu konuştuğun şey ne zaman gerçekleşecek ve kaç gün sürecek? Acele et evladım.” demiş.
Hekim cevap vermiş: “Emriniz başım üstüne, tedavi yarın başlayacak.”
Bunu söyler söylemez şahın huzurundan ayrılmış ve kitaplarını, notlarını, ilaçlarını, hoş kokulu bitkilerini daha iyi muhafaza edebilmek için kendine şehirde bir ev kiralamış. Sonra çalışmaya başlamış. En uygun ilaçları ve otları seçmiş, içini oyduğu ve üzerine delikler açtığı bir değnek yapmış ve hazırladığı merhemi değneğin içine güzelce yerleştirmiş. Bütün bunları büyük bir maharetle yapmış. Sonra şahın yanına gitmiş ve elini öpmüş; değnekle topa vurabilmesi için oyun alanına gitmesini istemiş. Şah da emirlerinin, vezirlerinin, yüksek rütbeli askerlerinin eşliğinde oraya gitmiş ve oturmuş. Bilge Duban eline değneği verip:
“Bu değneği alın, benim tuttuğum
1
Siropa: Farsça kökenli bir sözcüktür ve sihler tarafından bir tür onur göstergesi olarak giyilen elbise ya da atkı benzeri giysidir. Toplumsal bir figür ya da kurum tarafından, kişiye, dindarlığının ve ahlaki özelliklerinin bir nişanesi olarak verilir (e.n.).